Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

A'dan Z'ye Füruzan




Toplam oy: 569

Edebiyatımızın en özgün seslerinden biri olan Füruzan’ın yaş gününü İpekli Mendil yazarlarından Billur Özeke’nin hazırladığı "A’dan Z’ye Füruzan" sözlükçesiyle kutlarız.   

                         

 

ÂŞIKLAR MEZARLIĞI: “Paraları alırlarken iyiydi-diye düşündü. Benim ne umurumda sanıyorlar! Öldürecekmiş. Yaşıtlarımla gezmeyecek miyim? Beni de beğeniyorlar işte. Yok iyi aile kızı isterlermiş. İşe gidip gelirken görüyorum iyi aile kızlarını. Benden üstünlükleri neymiş yani! Yavuz Sineması’ndaki filmde nasıldı? Yoksulun yoksulu kızı, koskoca kont dedikleri adam alıverdi. Ben de o olanlara bayılmıyorum ya!.. Gitmezsem haber salıyorlar dükkâna. Arıyorlar beni. Namusmuş, vururmuş babam. Kendi paralı iş bulsun da beni çalıştırmasın. Yaşamak umurumda mı sanıyorlar! Akşamları, Âşıklar Mezarlığı’nın oradan geçerken Nesibe hayatın hepsi bu kadar işte, diyorum.” (Benim Sinemalarım-Benim Sinemalarım)


BABA: “Babasının yaklaştığını iki yamanın büyümesinden anladı. Başını eğdi. Çıplak, iri ayakları gördü. Yorgunluğun alabildiğine genişlettiği damarlar soluk morartılarla sarıyordu ayakların üstünü. Acına birden atıverdi yüreğinde. Babasına sarılmak, onun Cumhuriyet bayramlarında renkli suların akışını görsün diye yukarıya götüren babasına sarılmak istedi. Kendilerine eş bir kalabalığın doldurduğu Taksim Alanı’nın oraya dek saçılan ince su damlalarının yanağındaki fiskelenmelerini sevinçle, coşarak sildiğini anımsadı. Yan yana durmuş taşralıların alanın ortasındaki heykele gidip bakmalarını gördü. Bakanlardan birisi kulağının ardına pörsümüş bir gül iliştirmişti. Kendisine koz helvası alan güven dolu koca bir elin içine bıraktığı küçük çocuk ellerini tutan babasını düşündü.” (Benim Sinemalarım-Benim Sinemalarım)

 

BAHÇE: “Bahçeyi ilk gördüğümde ürkmüştüm.
Otlar, ağaçlar, yabangülleri birbirine dolanmıştı. Hiç ismini bilmediğim yüzlerce çiçek, yaprak, ot değişik renkte, değişik biçimde uzayıp iç içe karışıyorlardı. Ağaçlar azman olmuştu. Tanıdığım tek çiçek olan güllerin gövdeleri ağaçlaşmıştı. Açmışlardı, demek gül mevsimiydi, demek mayıstı. Bahçede insan ayağının değeceği boş bir toprak parçası görünmüyordu. Otların ağaçların loşluğu bahçe duvarının bitimine dek sürüp her yanı doldurmuştu. Dizdar Hanımefendi’nin annesinin bunayınca pisliklerini kâğıda doldurup üstüne attığı ıhlamur ağacı da, bilmediğim diğerlerinin arasında çiçek açmıştı. Güneşin giremediği bu bahçe kuyu yosunu rengindeydi. Gezinecek toprak yol bulamadığımdan kapının kıyısında kalakalmıştım.” (Haraç-Parasız Yatılı)


CEVAHİR: “Cevahir, İstanbul’un en kalabalık saatlerinde çıkmış yürüyordu. Büyük elektrik direklerinin, kalabalığın, araçların, kat kat binaların, gazete satıcılarının, dükkânların, aşevlerinin, Sirkeci’deki plakçıların, otobüs kalkış yerlerinin oraya dek ağıtını damıtıp durdu içinde.
Taşralılığını yıllardır yitirmemiş olan görüntüsüyle aykırı düşen kırmızı yabanıl giyimi, zehir yeşili hırkası, sıcakta, pençe pençe al basan yanaklarıyla Sirkeci Garı’nın orada durdu.
Kimsesizliğini yeniden açığa çıkaran tren seslerini dinledi.
Bir baloncu sıcağı ağırlaştıran eski asker ceketinin altından görünen çıplak, sıska göğsünü zorlayarak, ‘Balonlar!’ diye bağırıyordu.
Ak yeldirmeli bir kadın, bir küçük çocuğu yanağına tokat atarak yüznumaraların olduğu yöne sürüyordu.
Cevahir gözden geçirdi kalabalığı.
Herkes bekleyenine gidiyordu.
‘Sahipsizim canım’ diye konuştu kendi kendine, ‘var mı bundan ötesi!’ Konuşmasıyla gözünden iki damla yaşın taşması bir oldu.” (Ah, Güzel İstanbul- Kuşatma)


ÇARŞAMBA CİNİ: “Birinci katta, buna kat demek uygun muydu bilmem, sokak kapısından içeri girince, bir oda ve bir hela vardı. Odanın taşlığa açılan bitimindeki yere gömülü kocaman küpün üstünü tahtayla kapamışlardı. Bu küple beni, Sabahat’ı korkuturdu ninem. Güya oradan geceleri Çarşamba cinleri çıkıyordu ve bizi alıp götürürlerdi gürültü edersek. Çarşamba cinlerinin hep ‘Çarşambadır Çarşamba,’ diye gece gezdiklerini, çocukları hep hemen küpe soktuklarını biliyorduk.” (Edirne’nin Köprüleri- Parasız Yatılı)


DÜRBÜN: “–Bu ne diyor annem, bildim bildim işte, şaşırtacaksın çocuğu. Çok masraf ediyorsun Ekremciğim.
-Keşke elde olsa da sahiden hepimize gönlümce masraf edebilsem.
Ben dürbün dediklerine gözümü dayadığımda, içinde durmadan akan renkli kesitler görüyorum. Bu kesitlerin buğulu cam daireciğin aydınlığında oluşturduğu çiçeksi görüntüler en küçük bir devinimde tümüyle başkalaşıveriyor. Hem kalem kutumu hem bu adı çiçek dürbünü olan oyuncağımı sabah okula götürmek istediğimi söylediğimde, dürbünümü evde bırakırsam daha iyi olacağını, arkadaşlarımda yoksa canlarının sıkılabileceğini söylüyor annem. Susuyorum, yanıtlamıyorum.
Arkadaşlarımın olmadığını evdekilere söylemiyorum.” (İkinci Yaz Şarkıları- Sevda Dolu Bir Yaz)


EDİRNE: “-Nereden bilirlermiş onlar Edirne’yi. Bizi trenle bırakmışlardı oraya. Buranın kavruk çocukları, Edirne’yi hem de Çingeneleri ne bilir. Bir güzel şehirdi ki Edirne şehri. Naciye, ‘Edirne böyleyse anacığım,’ demişti, ‘İstanbul kim bilir nasıldır?’ Apaydınlık camileri vardı. Meriç Nehri derler o koca suyun sesi nerede olsak duyulurdu. Bahardı bir Edirne’ye girdiğimizde. Meriç Nehri coştukça coşardı. Bir çınar vardı orada, bakmakla bitmez. Vatan toprağıydı işte, gelmiş kavuşmuştuk.” (Edirne’nin Köprüleri- Parasız Yatılı)

 

FAŞİST: “–Niçin küçük olacakmışım! Recep Ağabeyim bana anlattı. Annesi Filibe’de değilmiş. Neler görmüş o da neler. Savaş sonuymuş, oğluna bir bir anlatmış hepsini. Almanların batan gemilerinden denizin üstüne çıkan şişmiş cesetler kıyıya vuruyormuş. Hepsi on altı on yedi yaşındaymış ölülerin. Değil sakalları, bıyıkları bile terlememiş. Recebim demiş annesi, o çocukların ne demeye ölüp gittikleri belli değildi. Faşist diyorlardı onlara, ama on beş an on altı yaşında faşist olunur mu? Anca faşist olanlar on beşindekine adam öldürmeyi öğretir. Çünkü çocuklar temizdir, demiş annesi. Hepsi Durul kadarmışlar, çocukmuşlar. Tam anlamasam da, ne zaman dinlesem sıkılıyorum, buruksuyorum.” (Günübirlik Adada-Benim Sinemalarım)

 

FRANSIZCA: “O gece erkenden yattık. Babam yine o şarkıyı söyledi, neşelendik. ‘Biliyor musun,’ dedi, sana bir sır vereceğim. Ben bunu dedemden öğrenmiştim. Çünkü babam ağırbaşlı bir adamdı. Dedemse keyifli zamanlarında bu tuhaf Fransızca parçayı söyler, hatta gümüş bastonunu çevirerek dans ederdi. Ben de şaşardım. Bir paşa, her tarafında sırmalar, nişanlar asılı bir adam. Ortada kimse yokken şarkısına hemen başlardı. Bir gün önünde eğilip onu selamlayarak, ‘Dedeciğim, söylediklerinizden bir şey anlayamıyorum. Hoşlanıyorum, lakin Türkçesi nedir şarkınızın?’ demiştim. Dedem, kumral lavanta kokulu sakallarını yüzüme sürerek kahkahalar atmış, ‘Bu zaten Türkçeydi oğlum, ben Fransızcaya çevirdimü’ demişti. (Sevda Dolu Bir Yaz- Sevda Dolu Bir Yaz)

 

GAZETECİ: “Yaşlı, sakat gazeteciyi ilk kez annesiyle birlikte görmüştü.
Kıştı.
Sulu karın dört bir yana savrulduğu günlerdi.
Vapur çıkışının en açıktaki noktasında yolcuları karşılayıcı bir dikkatle duran gazeteci, gazetelerinin toparlandığı muşambayı tutamayarak birden düşürmüştü yere. Çamurlu su birikintilerinin içinde anında erimişti gazeteler. Yolcular aceleci, salt adama çarpmamaya özen göstererek geçip gitmişlerdi.
Genç kadın duralayan kızı öfkeyle azarlamıştı.
Yürü haydi, gidiyoruz demişti…
Sakat gazeteci yere çökmüş, çamurlaşmış malına yırtık eldivenlerini çıkararak dokunuyordu. Sonra da önce burnuna, ardından gözlerine bastırıyordu ellerini. Sulukar, garip kasketin üstüne kümeleniyor, hızla eriyerek yüzüne akıyordu adamın.”  (Gecenin Öteki Yüzü- Gecenin Öteki Yüzü)

 

GÜL MEVSİMİ: “Gençliğimde başkaydım. Evet, gençliğinde herkes başkadır.
Karlar basacak İstanbul’u gene. Oysa hain pazarın sona ermesine az kaldı. İyi bir akşam yemeğinden sonra damlamı alıp hemen uyumalıyım, dinlenmeliyim. Çünkü yarın pazartesi. Önemli işlerim var. Kendimi toparlamalıyım. Oh, yatağım ne kadar yumuşsak! Camlara karların vuruşu sertleşti. Neredeyse doluya dönecek kar taneleri. Yılbaşına kadar İstanbul kefenlere bürünecek.
Oysa İzmir biçim için bitmez gül mevsimidir, değil mi, Rüştü Şahin’im benim?” (Gül Mevsimi- Gül Mevsimi)


HALA ADİLE: “Hala Adile o zamanlar elli yaşlarında, uzun boylu, büyük adımlar atarak yürüyen bir kadındı. Başına örttüğü örtünün, evde ve dışarında, tek buruşuğu, tek lekesi olmazdı. Şöyle, çenesinin altında çevirip yanağının kenarına ucunu sokardı. Sihirli bir örtüydü sanki bu. Her kez kıvrılma yeri, sırtına dökülen yanları, eş uzunluktaydı. Hep ak örtüler takındığından, değiştiği de seçilemezdi. Bir şeyin düzgünlüğünden temizliğinden mi söz edilecek, Hala Adile’nin başörtüsü gibi, denirdi.” (Edirne’nin Köprüleri- Parasız Yatılı)

 

ILICA: “-Böyle konuşma anacığım, dedi. Eh yaşlandın yaşlanmaya ya, acılanma bunun için. Gelecek yıl Naim daha iyi kazanır. Belki de birlikte, Bursa’ya ılıcalara gideriz. Bacaklarındaki, sırtındaki biriken ağrıları alır ılıcalar.
Yaşlı kadın gelininin yatağa eğilen gövdesine baktı. Pazen giyimin örtemediği kürek kemikleri sivrilmişti bükülen sırtta.” (Benim Sinemalarım- Temizlik Kolu)

 

İPEK MENDİL: “Amcamın eklem yerleri genişlemiş ellerini, parmaklarındaki derin, kapanmış yara yerlerini düşünürdüm. Bayramlarda, yengemin özenle hazırlayıp ütülediği ipek mendilini bir türlü katlayıp cebine koymazdı. İpek, ağaç kabukları gibi sertlemiş ellerine takılıp ipliklenirdi. Amcamı bayramlarda tertemiz yaparlardı yengemle ninem. Onun sanki derisine geçmiş olan ağır et kokusunu yok etmek için, tenekede ısıtılan suları arka arkaya taşırlardı gusülhaneye. Amcam o günler bazı şeyleri unutmuş gibi olurdu. Kara giyimlerini giyer, ince yakalı mintanının aklığı yorgunluğunu aydınlatırdı. İlle de o ipek mendil cebe konurdu.” (Edirne’nin Köprüleri- Parasız Yatılı)

 

İSTANBUL KIZI: “İstanbul’a köylüler doldu Rahmi Bey. Dilini düzeltemeyen, adımını atamayan, insanın ardında bitiveriyor. Öyle gezme yerinde dursun. Belediye otobüslerinin sıcak bastırdıkça sasıyan tozlarını mı çekeceğim. Bir ayak kokusu ki deme gitsin. İçi kabarıyor insanın. Hele geçende Beykoz’a gittiğimizde burnumdan geldi. Ben titiz kadınım Rahmi Bey. Elin dağdan inmeleriyle ameleleriyle itiş kakış gezme mi olurmuş? Ben İstanbul kızıyım. Gerçi öyle zengin değildik aile olaraktan, evet. Yine de görgülüydük. İstenen suyu dantel örtülmüş bir tabağa kristal bardakla koyup götürürdük. Çay koyarken şeker payını hesaplardık. Çaylar hiçbir zaman tabağa taşmazdı. Konuklara sunulan şeylere böylesine özen gösterilen bir evin kızıydım. Bunlar ekmeği dişleriyle koparıp bölüyorlar. Sevmiyorum bu pazar gezmelerini. Gözüm en ufak pisliği bağışlamaz bilmez misin?” (Bir Evin Dıştan Görünüşü-Benim Sinemalarım)

 

JULES VE JİM: “Hiroşima Mon Amour geldi aklıma birden. Ne filmdi o ama!
Sen Hiroşima’da bir şey görmedin diye yinelemesi yok muydu adamın, tam özetiydi filmin. Jules ve Jim’i çok sevmiştim.
Bir ara öyle bir yaşantım da olmuştu.
Kahvaltı masasında iki erkekle ben karşılıklı…
İster istemez üstünlük duyuyor insan.
Üstelik bu değişiklik, bir sevgi söz konusuydu, ondan geliyordu yani.
Sanki adamla ben birbirimizi sever olmuştuk.
Geçti gitti iki yıl önce.
Geçenler de yattık da, bana mısın demedi ikimize de.” (Tokat Bir Bağ İçinde- Kuşatma)

 

KESMEŞEKER: “–Bırak o hayvanı rahat, ne sopayla tartaklıyorsun? Hem beni burada herkesler tanır. Seni annen bile bırakıp kaçmış. O kedi ölecek zaten.
-Seni tanısın buradakiler n’apalım? Ben de hep gelirim, beni de tanırlar. Babam, çık git başımdan, seni nereden topladı kim bilir, dedi. Gelirim gelirim, beni de tanırlar.
- O zor biraz. Bir kere önce beni tanırlar. Sen ne yapsan olmaz. Annen niye yeni kocasına seni götürmedi?
- Yeni kocasını bilmem ki ben. Babam, kahvecinin çırağı, diyor. Saçını ıslatıp tarayan bir çırağı var asmalı kahvenin. Biz anamla ne zaman geçsek akşamları oradan, benim kafamı okşar, kesmeşeker verir. Anamsa bakmaz hiç ondan yana. Sen kesmeşeker yedin mi?
-Kesmeşeker iş mi? Ben, arkadaki dondurma külahı yapılan yer var ya, oraya giderim akşamüstleri, adamlar bana bir kesekâğıdı külah kıtırı verirler. Ye babam ye, bitmez. Bak bu kedi ölecek…” (Yaz Geldi- Parasız Yatılı)

 

KÖYLÜ: “Düşünmüştüm, doğruydu; çirkindim, köylüydüm.
Belki de köylülüğümden çirkindim.
Peki, köy neydi?
Köylü olduğumu nereden bilmişti Şehime Hanım?
O gece inip sormuştum:
‘Şehime Hanım, siz benim köylü olduğumuz nereden bildiniz efem?’
‘Ay, senin efem’ini yesinler kız. Bu iri iri dirsekler, bu fırlak diz kapakları, bu kol gibi kalın telli saçlar, bu her şeye ‘evet’ ancak köylülerde olur.” (Haraç- Parasız Yatılı)

 

LÜFER: “ –Geciktim mi? Dedi Zarife.
Sesi en alttan alınmış bir konuşmanın zor duyulurluğu içinde bir süre yanıtsız kaldı.
İlyas Reis bağışlayıcı,
-Yok tam zamanıdır. Bu sabah epey iskorpit balığıyla bir de vakit geçmiş lüfer ayırdık kendimize. Vurduk balık çorbasını. Ağustos başında artık lüfer çekilir. Ulan Mehmet, şaşıyorum şu oteldeki herife. İlle de lüfer tutun dediydi geçenlerde. Etme anam babam dedim. Hem sizin müşterileriniz kuşsütüyle beslenir, hem de en olmadık balıkları ister durular. Ne huylu insanlar canım bunlar. Ağustosta lüfer olmaz artık, balıkların güzeli kırlangıç balığına he deyin siz, dedim de herif diretti durdu. Parasıyla parasıyla, diye.” (Kırlangıç Balıkları- Kuşatma)

 

MIZIKA:  “Geçmiş bir yazı anıyorlar, sesleri duru, pürüzsüz.
Kerim Ali Dayımın küçücük ağız mızıkasıyla La Paloma’yı nasıl o kadar güzel çalabildiğine hayranlık vurgularıyla yeniden şaşıyorlar.
Şarkıyı deminki kısık, bundan ötüşü da da etkili olan sesleriyle söylemeye başlıyorlar.
Sözcüklerin kimilerini yine kaçırıyorum.
Neden gözlerinde baharın hüznü var
Issız kalbimi sen de kanatlarınla sar
Mehtaplı geceler anlatır seni bana
-Minik bir ağız mızıkasıydı, diyor konuğumuz. Kerim Ali Ağabeyimin avucunda kaybolurdu göremezdik. Çalgısının adını bile ezberlemiştik, Kerim Ali Ağabey alay ederdi bunu söylediğimizde. Harfleri tek tek sıralayarak söyleyebiliyorduk çalgısının adını, nasıl da gülerdi. Gülüşü unutulmazdır onun…” (İkinci Yaz Şarkıları- Sevda Dolu Bir Yaz)

 

NAMAZ: “Bünyamin o uzun namaz sürecinde, günah olur korkusuyla, küçük görüş açıklığına bakmaz; sırtını dönerdi.
Namaz bitimi duaları yükselir, odayı sarar ve o sıra Kule’nin camlarından güneşin balkımları yansıyarak odanın içine fiske fiske düşerdi.
Bünyamin yüreğinin büyüdüğünü, sıska omuzlarına dek vardığını, ambara gideceklerini, orada çuvallardan birine yaslanıp özlediklerine kavuşacağını bilir; sevinçle başı dönerdi.
Namaz biter, gece bekçisiyle aşağıya aşevine inerlerdi.” (Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent – Gecenin Öteki Yüzü)

 

ODA: “Birlikte itişmeye benzer bir yer açma çabasıyla sahanlığı geçip odaya girdiler.
Odanın iki duvarının dibinde, dayanak yerleri tahtadan koyu kırmızı koltuklar vardı. Koltukların eşi sandalyelerin kimisinin bacakları eğriydi. Küçük bir kitaplıkta birkaç dergiyle, bir gazetenin reklam diye dağıttığı üç beş kitap duruyordu. Kitaplığın boş kalan yerlerine boyaları sürülme sürülme sınırlarını aşmış, topraktan yapılma özensiz köpek, kedi, kuş heykelcikleri konmuştu. İki sehpa, eşit aralıklarla koltukların yanında duruyordu. Üstlerinde maden küllükler vardı. Orta masasında duran vazodaki papatyalar kuruydu. Yerdeki halının renkli bezeklerinin bazı bölümleri dökülüp görünmez olmuştu. Odanın taban tahtalarının sarıya boyalı temiz görünümü, üstündeki her şeyi daha yıpranmış, daha acıklı yapıyordu.” (Kış Gelmeden-Benim Sinemalarım)


ÖPÜŞME: “Çekti kendine Nesibe’yi. Güçlüydü elleri, ama incitmeyen bir güç, yeterince kullanılmış. Kolları çözüldü. Başı ortaya çıktı. Güneş epey yatmış, sıcağını duydu gözkapaklarında. Açmamıştı gözlerini. Delikanlının gittikçe yaklaşan soluğunu duydu. Yabanıl bir çarpıntı başladı yüreğinde. Göğüslerindeki ısınma boynuna doğru yürüyordu.
-    Seni öpebilir miyim?
Soruyor delikanlı.
On dokuz yaşın acemi, istekli pürüzlenmesiyle aşınıyor sesi sorarken. Ağzının yanına kaymış öpülmeyi sıkıca tuttu Nesibe. Kısa, ancak duyulur bir kısalıkta süren bu çocukça, sakarlığın doldurduğu öpüşme şaşılacak bir güçle sarstı her ikisini de.” (Benim Sinemalarım-Benim Sinemalarım)

 

PAZAR: “Sokağın ucundan dön demiştiler. Aynı boyda budanmış akasya ağaçlarının bitiminde, yeşil panjurları olan evdir. Otobüsten indiğimde, sıcak geçen bir günün akşamüstüsüydü. Üstelik pazardı. Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz. Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor ki…” (Taşralı –Parasız Yatılı)

 

PİYANO: “Anlatırdı hep annem, gene anlatıyordu.
Onu çok yabancılıyordum.
Çevremizin dışındaydı anlattıkları.
Hele o piyano çalma lafı yok mu, en korktuğumdu.
Çünkü piyanoyu biliyordum.
Mahallemizdeki Yavuz Sineması’nda baştan sona piyano denilen aygıtı çalan bir adamın filmini görmüştüm. Büyük bir çalgıydı. Annemin anlattığının kimisine inanırdım ama- zaten diğerleri bilmiyorum neydi-piyano denilen şeyi çalmak iş değildi. O da bir sinemada görmüş olmalıydı. Gerçi Yavuz Sineması’na gitmiş olamazdı. Çünkü sinemaya verilecek paramız yoktu.” (Piyano Çalabilmek-Parasız Yatılı)

 

RADYO: “ – Ben Münir Nurettin Bey’in de Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın bestesini fevkalade buluyorum, pek çok beğeniyorum. Hamiyet Hanım’ı da. Yenilerden de Sabite Tur var, sesi iyi ama doğrusu senin sesin adar değil. Senin çok güzel bir sesin var, eşsiz bir hançeren var Nagenhancığım. Muhakkak ders almalısın, bilhassa radyoya girmelisin. Muhakkak ama muhakkak bunu yapmalısın. Radyo pekâlâ olabilir. Hem niçin olmasın… Radyo zannımca pek rabıtalı bir yerdir…” (Birinci Yaz Şarkıları –Sevda Dolu Bir Yaz)

 

SİNEMA: “Bir sinemanın önünde durdu. Kâğıda çizilmiş büyük boyutlu resimlere baktı. Filmin adını okudu. Eskiden sinemaya girerken duyduğu serüven başlangıçlarına özgü ilginin epeydir yok olduğunu anladı. Koltukları yumuşak, özenli, yer gösterenleri sessiz yürüyen, seyircileri düzgün giyimli, kibar davranışlı olan sinemalardı bunlar. Film başladığında motor sesi duyulmazdı. Yıldızlar konuşurken sesleri boğulmaz, ikide bir film kopmazdı. Eğlencelik satanların Harun çocuktan daha büyük yaşta oldukları sinemalardı. ‘Benim sinemalarım değil elbet!’ diye düşündü Nesibe.” (Benim Sinemalarım-Benim Sinemalarım)

 

ŞARKI: “–Ağabeyim yıkanırken ben de size şarkıcılık yaparım.
-Ah deli kız, sus yavaş dedim sana!.. Bak sabah oluyor nerdeyse…
Nagehan Teyzemin sesi ince bir su yolu gibi beliriveriyor, kayıyor odada.
-Peki peki… N’olur, son bir şarkı ablacığım… Hani sesimi beğeniyordun. Şarkılar gürültülü değildir ki. Öyle olsa ninniler şarkı olmazdı. Şimdi bir Osman Nihat Bey. Sen de seversin bestelerini nihavent makamından.
-Benimle alay mı ediyorsun sen şımarık? Sus dedikçe…” (Birinci Yaz Şarkıları-Sevda Dolu Bir Yaz)

 

TÜRKAN ABLA: “Duvarda boydan boya, dergilerden, gazetelerden kesilip yapıştırılmış futbol takımları resimlerinin yanında, acemi yazılarla yazılmış övgü sövgü dolu istekler okunuyordu. Bikinili yarı çıplak kadınların ağızları aralık duruyor, gözleri aynı anlamsızlıkla bakıyordu.
Bir kartpostalın çevresi kartonlanıp tüm resim kalabalığının arasına seçilir gibi yapıştırılmıştı. Uzun kirpikli kara gözleriyle, bakana çevrik gülümsemesiyle duran bu ünlü yerli film yıldızının tutkunu, Sıvaslı Ömer Sert’in ortağı Şehreminili Kazım’dı. Arada ‘Varol be Türkan Abla’cığım derdi iç çekerek. Alt katın giriş-çıkış gürültüsünü de bastıran bu dileği duyanlar: ‘Soyunacak seninki Kazım Efendi, göreceksin az kaldı’ diye takılırlardı.
Sözlerini tamamlatmazdı Şahreminili Kazım onlara, ‘Yok be canlarım, ciğerlerim derdi neşeyle. Türkan Abla’nın kıç baş göstermeye ihtiyacı yok. Gözleri, ağzı yeter anam babam. Yanılıyorsunuz.” (Seyyid- Benim Sinemalarım)

 

TÜRKÜ:  “Odamızın ne denli güzel olduğunu bunca sezememiştik şimdiye dek. Bu odada olan insanları o kadar doğrulayıp güzelleyen bir türküydü ki bu, ninemin etiyle, kanıyla bağlı olduğu o yerleri, bize yeterince anlatamayışına şaşmamak gerekiyordu. Türkü onun anlatmak istediği her şeyi tek tek arıtıp diriltiyordu. Ninemim ormanlarının dibinden kocaman pınarlar akıyordu. Onun her iki sözünün biri olan güneş en güçlü sarısıyla dağ höyüklerine giriyordu.
Türküyü sürdürdükçe İshak Amca’nın yüzlerinde yeni anlamlar, yeni mutluluklar çoğaltıyordu. Her sözcüğünün getirdiği iyileştirici güç, hüznü bilen, ama acıyı bilmeyen bize bile ulaşıyordu.” (Edirne’nin Köprüleri- Parasız Yatılı)

 

UT: “Çalgıcılar bir keman, bir zurna, bir uttu. Keman çalan Çingene o denli duygulu sesler çıkarırdı ki çalgısından, bu sesler başıboş gürültüleri aşsa en etkili şey olabilirdi her bayramda. Çingene kuru güzel parmaklarındaki seçkin hüneri bilir, kendini kendi yaratığı seslere bırakırdı. Koyu, dingin yüzündeki biçimli burnuyla sanki kimselerin duymadığı ende kokuları çekerdi havadan. Ut çalansa şişmanlığının yuvarlak çizgileri içinde iyi bir akraba görünümüyle udunu göbeğine dayar, tıngırdatırdı. O seçilsin istemezdi sanki çalgısı, ta ki oyunun başlayacağını belirten parçayı çalmaya başladıklarında (bu eski bir kantoydu) udunun gövdesinde bir davulu çalar gibi sesler çıkarırdı.” (Yaz Geldi- Parasız Yatılı)

 

ÜNİVERSİTE: “Genç adam elleriyle bir şeyi boşlukta tutar gibi yaptı. Yüzünün ışıltısı geniş alnından akıyorca durmadan artıyordu.
-Peki dedi. Madem öylesi uygun… Biliyor musunuz, iki yıldır bu kentteyiz. Üniversiteye gidebilmek için gerekiyordu gelmemiz.
-Demek öğrencisiniz, dedi genç kadın.
-Üniversite, bence öğrencilik değildir. Öğrencilik ilk gençliğe daha uygun bir tanım. Olgunlaşma, meslek seçme dönemi sayıldığına göre üniversite, bu da yetişkinlerin işidir.” (Gecenin Öteki Yüzü- Gecenin Öteki Yüzü)

 

VAPUR: “Vapur, Kız Kız Kulesi’nin önünden geçiyor…
Bulutlar sabahın solgunluğundan kurtulmaya başladı.
Mavileşiyorlar… Kuşlar… Düğüne bütün tanışlarımı çağıracağım, görsünler Fıtnat’ı…
İşte Galata Köprüsü aynı, aynı hiç değişmemiş, öyle görünüyor uzaktan…
Seviniyorum… yüreğim pır pır ediyor…” (Bir Evin Dıştan Görünüşü-Benim Sinemalarım)

 

YORGAN: “-Bu kız yemek yemeden mi yattı bu kadar erken? Pazar geceleri roman okurdu. Vaz mı geçti yoksa burnunu kitap içinde tutmaktan… Annesi alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Yorganın daha kalın olmasını istedi Nesibe. Yoksulluklarının seslerini, kokularını engelleyecek kalınlıkta olmayan yorganını, yastığın da altına başını sokarak daha pekişmiş bir duvar yaptı, dışa.” (Benim Sinemalarım-Benim Sinemalarım)

 

YÜZGÖRÜMLÜĞÜ: “Kibar kadındır ablam. Giyimini kuşamını bilir. Paşayla ilk evlendiklerinde mineli bir saat almıştı yüzgörümlüğü. Daha bir sürü şeyler takmışlardı da nedense benim gözüm mineli saatte kalmıştı. O canım çiçekleri nasıl da kondurmuşlardı saatin üstüne… Şaş da kal. Dayanamadım da bi kerelik takmak istemiştim. Sen savruksundur. Şurada burada düşürürsün demişti. Boyundan saat düşer mi? Ne taksa sahicidir. Benim gibi de öyle allı güllü şeyleri sevmez. Tanı paşa karısı olacak kadındır teyzen. Bunu böyle bil.” (Taşralı – Parasız Yatılı)

 

ZAGOR: “Zafer gülerek,
-    Yavu, dedi, konuyu kapatmaya kesin kararlı bir büyüklük taslayan tutumuyla, Zagor’a tasma uydurabildi mi acaba Haşlak Yasin? Yoksa valla imanım hakkıyçin zehirlerler be onu… Vay canım, lan ne de akıllıydı. Öylesine kıyağına köpek demek haramdır. Takmamıştır aval Haşlak. Belki onu da öteki araklamıştır. Çok hızlıydı be! Hele bizi görünce dört bir yanımızda koşuşması… Daha üç aylıktı fıkaram…
-    Sus lan! dedi Karakol Cansu. Canımızı daha da sıkma! Ben Haşlak’a sıkı tembih geçtim. Zagor’umuz tasmalı olmalı artık bugüne bugün zamanıdır, büyüdü, dedim. Takmıştır bir yerlerden yürütüp, iyi yakışıklı bir afilli tasma. Ulan ölmüş gibi, akıllıydı, şuydu buydu diye konuşma Zagor’umuz için. Yaşıyor be! Sus dedik, tamam mı? Bozma kafamı…” (Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent- Gecenin Öteki Yüzü)

 

ZÜREFA SOKAĞI: “Bir dilenci arsızlığı edinmenin türlü yolları yaşanırdı Zürefa Sokağı’nda. Bir orospu için kahırlanmak, ilenmek, kendi dışında kalan ayrıntıları seçmek, bu durum umutsuzluğun en koyu noktasıydı. Çünkü etini duyardı. Etin cansız hale getirilmeyişiyle bu işi sürdürmek olmazdı. Harcamak, boyanmak, gülmek, taksilerde gezmek Zürefa Sokağı’nda çalışmaya başladığı günlerde, yokuşun en ünlü şarkısı neyse, onu kendine anı olarak edinmekten öteye duygulanmak yoktu burada. Gevşemiş gıcırdayan iskemlelerde seyirlik durumu alıp oturduğu andan sonrası işti.” (Ah, Güzel İstanbul- Kuşatma)

 

 


 

 

 

* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.