Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

A'dan Z'ye "Sait Faikçe"




Toplam oy: 785
Sait Faik Abasıyanık'ın 109. doğum günü vesilesiyle, İpekli Mendil öykü sözlüğünün yazarlarından Gülda Şahin, mini bir Sait Faik sözlüğü hazırladı. Bu sözlüğü yazarın doğduğu ayda onu bir kez daha anmak adına yayınlıyoruz. İyi ki doğdun Sait Faik!

ADA: “Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robenson Kruzoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim, içimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…” Haritada Bir Nokta, Son Kuşlar

 

ÂŞIK OLMAK: “İnsan yıldırımla vurulmuş gibi âşık olmalı, sonra muvaffak olmak için bir şeyler icat etmelidir. Bu nevi aşkı pek severim ama bir türlü de olamam. Muhakkak, evvela, seveceğimden biraz yüz görmeliyim. Sonrası kolaydır. İkinci yüz verişte yakalandığımı hisseder, kaçınmaya çalışırım. Üçüncüde her şey bitmiştir. Artık deli gibi âşığımdır.” Ay Işığı, Havada Bulut

 

 

BAHT İLE BAHTSIZLIĞIN ÇİZGİSİNDEKİ ADAM: “Baht ile bahtsızlığın çizgisinde olan adam mehtaptaki âşıktır. Bilir misiniz, mehtapta aşka dair duygular hem iyiye, hem kötüye çalar. Mehtap altında intihar eden bir âşık düşünün! Saadetle dolu bir âşık… Ölümde saadet bulabilecek kadar bahtsız… Fakat ölümdeki saadet kadar mesut…” Ay Işığı, Havada Bulut

 

BALIK: “En mühim mesele elbette ki balığın çıkmasıdır. Balık, ilk fırtınalarla, ilk soğuklarla başlar. Hâlâ suları soğumamış denizin yüzünde küçücük balıkların peşinde koşan kolyoz, artık daha derinlere inmiştir. Irıp (*) ağı, ancak balık derine ve kıyıya indiği zaman kolyozu çevirebilir.” Yaşayacak, Son Kuşlar

 

(*) Irıp: İnce delikli balık ağı

 

CAMBAZ: “Tren durdu. Gecenin içinde Haymana bakir bir orman sesi veriyor. Geyve’de sıtma kapmış entelektüelin de gözleri kapalı ve düşünceleri bir rüya kadar gayri şuuri. Bir küçük kazanın istasyonunda inip unutulmak, şişmanlamak. Bir kasap kızıyla evlenmek, belediye reisi ile cıgara içmek, tahrirat katibiyle tavla oynamak…Ve gelip geçmek mümkün olabilse diye düşünüyor. Haymana Ovası yalnız geceleri gölge veren ağaçlarıyla hayatına karışacak. O, bu kafasıyla kocaman bir köstek sahibi olabilecek. Belki bir sürüsü olacak. Ona da bir müddet sonra hayvan alıp sattığı için cambaz diyecekler. 'Cambaz' ne güzel bir kelime." Üçüncü Mevki, Semaver 

 

ÇALIŞMA SEVGİSİ: “Çalışanların içinde bir İmrozlu Rum vardı, elli yaşlarında kadar. Saçı dökülmüş kafasından, alelade boyu posundan umulmayan bir ustalıkla çalışıyordu. Adamı hayranlıkla seyretmemeye imkan yoktu. Çalıştıkça açıldı, gelişti. Çalıştıkça bir kudret heykeli hali aldı. Paltomun içinde üşüyen benliğime, içimden bir tükürüş tükürdüm. Bir ara baktım ki, adam, Tanrı Zeus’un bir ölümlü balıkçı kızla macerasından doğma bir yarı tanrıdır. Onda birçok şeyler silinivermişti. Biz ölümlülerin çocukları ihtiyarlar, uyuşur, tembelleşir, sersemleşir, çirkinler, şu olur, bu olurduk. O, birdenbire elli yaşını vücudundan sıyırıp atmıştı. Çalıştıkça yüzü değişti, pazıları şişti. Buz günü kış günüde terliyordu. Gömleğini çoktan atmış, bir atlet fanilası ile kalmıştı. Saçı dökülmüş elli yaşındaki insan kafası bu adalenin kudreti, çalışma denilen şeyin sevgisi ile yaş denilen insan uydurması bir anlayışı, bir hamlede silivermişti. Sanki şimdi o, hatta saçı dökülmüş kafası, geniş, çizgili alnı, tıraşı uzamış, rengi az buçuk atmış yüzüyle bile yaş mefhumunu insanlığın ceketini, gömleğini sıyırdığı gibi sıyırmıştı. (…) Sanki daha dün, daha birkaç senedir insanlığa doğmuş, çalışmanın zevkli bir şey olduğunu bambaşka ettiğini anlamıştı. Önünde daha çalışmak üzere beş on yüzyılı vardı.” Yaşayacak, Son Kuşlar

 

ÇOCUKLUK: Çocukluk insana o kadar çabuk geri geliyor ki, adeta onu içimizde gizli bir yerde saklıyor gibiyiz. İstediğimiz zaman o, bir saniyede bizi buluveriyor. Onu kaybeden, onu kendimizden defeden biz olduğumuz halde, o sadık bir köpek şammesiyle bizi arayıp bulacak. En ümit etmediğimiz zaman ona, bizi bulmak fırsatını vereceğiz. Eğer sizde bu çocukluğa dönüş kabiliyeti büsbütün söndüyse, o zaman sirk sizin için manasız; sirkte gülen, eğlenen, heyecanlanan insanlar acayip, basit mahluklardır. Çünkü saçlı sakallı insanlara çocuk diyemezsiniz. Halbuki o heyecana kapılmışsanız, ara sıra kendinize gelip etrafınıza baktığınız zaman çocukluğu bir yetmiş yaşında ihtiyarın gözlerinde, ellerinde, hatta bembeyaz sakalında buluverir, siz eğer yetmiş yaşında değilseniz, büsbütün küçülürsünüz. Sirkte büyük küçük yok, sirkte büyük küçük mevcut değildir. Sirkte bütün insanlar dokuz yaşındadır.” Gauthar Cambazhanesi, Kumpanya 

 

DEDİKODU: “Dedikodunun kıymetsiz bir şey olduğunu ortaya sürmek de doğru değil… Hiç olmazsa bir zevki vardır kafirin! Dedikodu biraz alaminüt (*) fotoğrafa benzer. İcap ederse bu adam üzerine sinmiş dedikodu havasından söz açabiliriz, korkumuz yok,” der Havada Bulut öyküsünde niyeti kötü bakışlı sarışın adam için. Havada Bulut, Havada Bulut 

 

(*) Alaminüt: Beklemeye gerek kalmadan, hemen, şipşak

 

DÜNYA: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hep mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerinin bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya… Sevilmeye layık, küçücük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıkla otellere götürmediği, her genç kızın namuslu bir delikanlıyla konuşabildiği, para için namus, ar, haya, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeye,, doğru şeyler söylemeye salahiyetle (*) kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…” Ay Işığı, Havada Bulut

 

(*) Salahiyet: Yetki

 

“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. 

“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve mavilikleri çok gördük, sizin için çok kötü olacak. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.” Son Kuşlar, Son Kuşlar

 

ENGİN: “Güneş de tam o parıltının yukarısında. O parıltı bir yere kadar devam ediyor, sonra, yavaş yavaş açıklarda sönüyor. Şu açıklarda kelimesi yerine, az daha engin diyecektim. Bu kelimeyi bir türlü kullanamadım. Zavallı kelime! Senin ne kabahatin var? Kabahat sende değil, benim kötü şiirleri unutmayan hafızamda: 'Engine, ah engine! –Enginde bakacağım gözlerinin rengine.' Ölür müsün, öldürür müsün?” Kendi Kendime, Son Kuşlar

 

FRANSIZCA: “Sabahları kalktım mı, koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi, sekiz masadan ibarettir. Sessiz insanlar gelir, gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi Frenkle Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi bir kadındır. Kahvesine girer girmez: '- Bonjur mösyö' der, 'komantalevu?' Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy'ların arasına bir iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lugata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum zaman, 'vay anasına' derim. 

Madam: 

'- Ön kapuçina?' der. 

Ben: 

'-Peki' derim önce. 

Sonra Fransızca olsun diye, sesa'yı yapıştırırım. Madam, pek sevinir.” Lüzumsuz Adam, Lüzumsuz Adam

 

GÜNLERDEN PAZARTESİ: “Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” Alemdağı’nda Var Bir Yılan, Alemdağ’da Var Bir Yılan 

 

HİŞT, HİŞT!...: “Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları... 

 

_ Hişt hişt.

_ Hişt hişt.

_ Hişt hişt.” Hişt, Hişt!..., Alemdağ’da Var Bir Yılan

 

ISTAKOZLARIN EN BÜYÜĞÜ: “Ben 'Istakozların En Büyüğü'ne uğramıştım. 'Istakozların En Büyüğü' meyhanecinin hayalini genişletmek için hususi surette tanzim edilmiş kocaman aynaları ve içeriye dört beş kişilik bir grup girince her tarafı doluveren esrarengiz bir meyhanedir. Mor çuha kasketlerini kaşına yıkmış, yelken kullanmasını bilmeyen gemicilerden köpekbalıklarının ağzından kurtulmuş denizcilere kadar birçok gönüllü bahriyelinin uğrağı olan 'Istakozların En Büyüğü'nde Baba Vilyams’a rastladım.” Robenson, Semaver 

 

İNSAN YÜZLERİ: “Ah bu insan yüzleri!. Her şeyimizi bağladığımız, durmadan yanıldığımız, istediğimiz kadar bol hasletler, adilikler, iyilikler, kötülükler, delilikler, akıllılıklar, sevdalar yüklediğimiz insan yüzleri. Yanılsak da zararı yok!  Bu yüze olmazsa ötekisine yükleriz saydıklarımızı. Yanılmamız muayyen bir insan içindir, insanlar için değil. O halde yanılmıyor sayılırız.” Bulamayan , Son Kuşlar 

 

İPEKLİ MENDİL: “Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı. Ya... İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun: sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.” İpekli Mendil, Semaver

 

 

JOKOND: “Size de sorayım. Luvr (*) yanmak üzere... Halk kapıları sarmış. Heyecan içindedir. Birden siyah şapkalı ve lavaryer kravatlı adamlar, 'Jokondu (**), Jokondu!' diye bağrışıyorlar. Bir genç alevler içine kendini atıyor. Jokond’un bulunduğu salona giriyor. Fakat tam orada bir küçük zenci çocuk görüyor. Gözleri dehşetten büyümüştür. Gelen adama kollarını uzatıyor. Jokond on adım ötededir. Düşünmeye zamanı yoktur. Ya çocuk, ya Jokond kurtarılmalıdır. Siz olsanız hangisini kurtarırdınız?..” Kumpanya, Kumpanya 

 

(*) Luvr: Louvre Müzesi

 

(**) Jokond: Gioconda (Leonardo da Vinci’nin ünlü Mona Lisa isimli eseri.)

 

KAHVECİ: “Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi... Bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?” Son Kuşlar, Son Kuşlar

 

KIŞ: “Kış, Ada’nın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için değil-.” Son Kuşlar, Son Kuşlar 

 

LÜZUMSUZ ADAM: “-Hikayelerinizi nasıl yazarsınız? Dedi.

Güldüm. Alay edip etmediğini anlamak için yüzüne baktım. Hayır, vallahi etmiyordu. Ne iyi çocuktu bu.

-Sizin, dedi, en çok 'Lüzumsuz Adam'ı severim. Sonra 'Baba-oğul'u, bir de 'Tespih' hikayeniz vardır, o da hoştur, dedi. 'Kameriyeli Mezar' da fena değildir.

Mahcup, ama ağzım kulaklarımda susuyordum.

-Ama, sorduğuma cevap vermediniz ki? Dedi.

-Ne sormuştunuz?

-Hikayeyi nasıl yazarsınız? demiştim.” Eftalikus’un Kahvesi, Alemdağ’da Var Bir Yılan

 

MERCAN USTA: “Siz bir adamı hiç görmeden, iki dakika evvel öyle bir adamın İstanbul ilinde yaşadığını bile bilmeden, birdenbire, zanaatından ve adından seviverdiniz mi? İçinizi hiç bilmediğiniz bir İstanbul semtinin akşamı kaplarken ve evinin önünde oturup sigara içen, gözkapakları kirpiksiz ve kıpkırmızı ihtiyar bir adamı hayranlıkla, sevgiyle, saygıyla andınız mı? Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu? Oturmamışsa Allah aşkına vazgeçin şu yazımı okumaktan. Bunu iftiharla söylüyorum: İçinize önce ağır, taş gibi ağır, kireçli, acı kuyu suyu gibi bir sevgi oturup, sonra Bakırköy’de, gözleri artık görmeyen bir Mercan Usta’nın şu saatte gidip eline sarılmak… Ağır ağır eşyanın rengi atan bu akşam vaktinde onu dinlemek ihtiyacıyla, bütün karaciğer hastalıklarını bu akşamlık bir kenara itip, Mercan Usta ile bir salaş deniz kenarı meyhanesinde sıcak sıcak istrongilos balığı ile iki kadeh içmek isteğini taşıdığım için iftihar ederim. “ Gün Ola Harman Ola, Son Kuşlar

 

NAPOLİLİ GÜZEL BALIKÇI: 

 

“Napoli, beyaz şehir,

Venedik’te gondollar geziyor,

Roma’da heykeller dikiliyor,

Senin şerefine.

 

Senin şerefine,

Nopolili güzel balıkçı

Dudaklarını

Göğsü hurma rengi olmuş

Hayır hurmalaşmış

Kıza dokunduruyor.

Senin şerefine hey Napoli

Napoli… Beyaz şehir” Napoli, Şimdi Sevişme Vakti

 

NİKOLİ: “Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibrliydi de. Sinağrit baba kibirli fukarayı severdi ama Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi.” Sinağrit Baba, Mahalle Kahvesi

 

OLTA: Oltam elime değdi. Kararım kat’i idi. Bütün paramı bu oltaya harcamıştım. Balık tutacak, satacak, akşamları sattığım balığın parasıyla içecektim. Sabahleyin erkenden balığa. Akşam şişem cebimde balığa.” Balıkçısını Bulan Olta, Son Kuşlar

 

ÖMER ÂBİT HANI: “Tüccar Tahsin Beyin Ömer Âbit Hanı’ndaki yazıhanesini Kör Halit, yalnız başına bulabilmek için epey zorluk çekti. O ne handı Allahım! Binalardan binalara demir köprüler vardı. Katlardan katlara asansörler fırlıyor, merdivenler çifte çifte yükseliyor, insanın ayakları altında oynayan demir çubukların arasında, altta, karınca gibi insanlar geziyordu.” Kumpanya, Kumpanya

 

PANCO: “Panco, Panco, diye bağırınca yılan da, keçi de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçıdanmış gibi donup kalıyorlar. Bembeyaz kesiliyorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebimden kiminin kulağını, kiminin kanadının altını kesiyorum. Kan akınca hareket başlıyor. Beni bırakıp Panco'ya koşuyorlar. Panco'nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz.” Alemdağı’nda Var Bir Yılan, Alemdağ’da Var Bir Yılan

 

RUM SATICILAR: “Çiçeklerle meyvelerini sinirlendirince balıkçı dükkânları hırslanır. Kendileri balıkçı olmayıp da balık satan esnafı severim: Geçimini oltasıyla kazanana balıkçıklardan daha az elbet. Hele o mermer yalaklı balıkçı dükkânlarının önünde canlı cansız yarım kilo çiğ karidesle, üç beş pavurya, dört beş limon, iki düzine tarak satan pos bıyıklı, akşam vakti üç dört kadeh atmak için çalışıyormuş gibi halleriyle fukara Rum satıcıları… Onların sepetleri, karidesleri, pavuryaları, tarakları hiçbir zaman çilekle gülün ettiğini bana etmediler. Hele hele hiç gülmediler. Denizaltı rengiyle titreşen, sepetlerin örgülerine kıldan ince ayaklarıyla tutunmaya çalışan bu hâlâ canlı deniz dibi hayvanlarının talihine de üzülürüm. Üzülürüm a, yine de bana öyle geliyor ki, bu hayvanlar ekmek parasına çalıştığı halde iki kadeh rakı parasına çalışırmış gibi duruşu şairane bir düşünce veren barbayı bizim kadar seviyor da onun için tutuluyor.” İzmir’e, Mahalle Kahvesi

 

SERAP: “Bir dakika kadar hiçbir şey göremedim. Sonra harikulade bir manzara başladı. Serap kelimesinin Türkçesini bilsem, serap diyebilirdim. Evvela kırmızıların, sonra sarıların, sonra koyu esmerlerin, sonra daha açık esmerlerin göğün içinde parça parça, renk renk, silik silik… sanki yeni yaratılıyormuş gibi bir toprak, bir kara oyunu başlamıştı. Her şey, daha doğrusu her renk soluk , silik, kabından taşmış, yayılmış halde büyüye büyüye, şeklini bulup bulup kaybederek, bir şey olmaya çalışıyordu. Önümüzde uçuk, manasız, hatta garip renklerle boyanmış bir duvar vardı. Bu duvarın boyunca sürü sürü ressamlar mücerretten (*) müşahhasa (**), kaostan şekle doğru giden, bir oyundur oynuyorlardı.” Bir Kaya Parçası Gibi, Son Kuşlar

 

(*) Mücerret: Soyut

 

(**) Müşahhasa: Somut

 

 

SEMAVER: “Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi.” Semaver, Semaver 

 

ŞAMFISTIĞI: “Kız sen de benim hoşuma gidiyorsun. Hem de her gün yiyip sana vermediğim, çok sevdiğim şamfıstıklarından daha çok. Ama ben, hoşuma gidiyor diye, seni kabuklarından sıyırıp şamfıstığı gibi yeşil ve tatlı içini yiyor muyum?..” Bohça, Semaver

 

TABİAT: “Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkanları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur.” Haritada Bir Nokta, Son Kuşlar

 

UMUT: “Kuytu bir birahanemiz vardır. Gider otururum. Düşünür dururum. Şu dünyaya ne ettim? Şu dünyada ne gördüm? Neye geldim? Neden gidiyorum? Ne yaptım? Dışarıda kar yağdığı zaman içerisi sıcak da olsa bu birahanede üşürüm. Saat altıda daha kimsecikler yoktur. Garson öteki salona geçmiştir. Duvardaki saat sinirlendirir, insanı içmeye zorlar. Ben Yani Usta’yı beklerim? Beklersem gelmez ki… Beklemesem gelir mi? Umut vardır. Beklemediğim zaman umut vardır.” Yani Usta, Alemdağ’da Var Bir Yılan

 

ÜSKÜDAR: "Tam saatinde buluştular. Üsküdar’a indikleri zaman, Halit:

 

- İstersen sen beni şurada bir kahvede bekle, dedi, Suat’ların evi epey uzaktır.

 

Saffet:

 

-Yok, geleyim ben de seninle. Çoktan… Senelerdir geçmedimdi Üsküdar’a. İstanbul’un bozulmamış bir semtidir. İnsanları namuslu, fukaradır. Bir tatlıca İstanbul köylüsüdürler. Bazen İstanbul’da meyhanede, kahvehanede başka türlü bir delikanlıya rastlarım. “Ulan,” derim, kendi kendime, “Şu oğlan ne Çeşmemeydanlı, ne Edirnekapılı, ne de Karagümrüklü; olsa olsa Üsküdarlıdır” doğru çıkar.

 

-Hakkın var, Saffet, Üsküdarlı bir başka şehirliye benzer. Bana öyle gelir ki, Üsküdar’da hiç zengin oturmaz. Üsküdar’ın külhanbeyi olur ama zıpırı, edepsizi olmaz. Sanki burada ne haine, ne nanköre, ne de kancık adama rastlanır. Üsküdar’ın delisi bile sakin, zararsız olur, gibime gelir.

 

-Üsküdar, İstanbul’dan Diyarbakır kadar uzaktır.” Kumpanya, Kumpanya

 

VAPUR: “Dün ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahlûku doya doya sevdim. Bu vapur,”Tadla” yeni Türk vapurlarından “T.” vapurudur.” Bir Vapur, Semaver

 

YAZMAK: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Haritada Bir Nokta, Son Kuşlar

 

ZEYREK: "Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgâr bir kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum. Seddin hangi tarafından ineceğimi düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar çekmiştim Bursa’da. Yeşil camisinin avlusundaki sette oturmuş Nilüfer ovasına şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp, ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca, adamcağız gözümün içine korku ile bakmış, sonra gülümseyerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin şemsiperine dikip: -Yapma bir daha delikanlı, demişti. İnmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama, bir de çıkmasını unutursan iflah olmazsın sonra, demişti.” Öyle Bir Hikâye, Alemdağ’da Var Bir Yılan

 

 


 

 

* Görseller: (sırasıyla) Ethem Onur Bilgiç, Ahmet İltaş

 

 

 


 

 

>>> Sait Faik Abasıyanık'ı niçin okumalıyız?

 

 


 

 

>>> Öykülerden ilhamla

 

 


 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.