Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Anma // Gecenin hakiki çocuğu




Toplam oy: 924
O, şimdi bizim henüz gitmediğimiz, ancak yalnız gidilebilen, işaretlenmemiş bir yola gitmiş, sırrı, kuşkusuz orada da aramaya devam etmektedir.

Usta sinema yazarı ve tarihçisi Giovanni Scognamillo, “Gecenin Çocukları”nın en kıdemlisi, ölümsüz bir ölümlü olarak bu dünyadan ayrıldı. Kimilerimizin tek gerçek vatandaşlığının ait olduğu yerin, fantastik ülkenin; canavarlar, yaratıklar, manyaklar âleminin haritasını çıkaranlardan biriydi. Gio, çok yönlü bir yazar olmakla birlikte arşivci, filozof, şövalye, vampirolog, gizemci, Beyoğlu tarihçisi, çizgiroman kahramanıydı ve tüm bu -meslekten görülmeyen ve faturaları bir ödeyen bir ödemeyen- “meslek”lere, 14 yıl sürdürdüğü bankacılığı Van Gogh gibi, Gaugin gibi bırakarak atılmış, telifli çalışma hayatını tercih etmişti. Üzerinden 50 yıl geçmiş olan bu olay bugün dahi, entelektüel mesaisi yalnızca konusu itibariyle karanlığa dair olmayıp, aynı zamanda gündüz mesai ile örtüşmediğinden bir gece faaliyetine dönüşmüş olanlarımız için bir ilham ve imrenme hadisesidir.

 

Gio’nun külliyatını neredeyse otobiyografik olarak okumak mümkün; yazarın geniş kapsamlı araştırmalarının nesnesi, doğduğu yer olan Beyoğlu, 1933 yılında King Kong’u izlerken büyülendiği “canavar,” annesinin meraklı olduğu ezoterizm, babasının mesleğinden ötürü içine doğduğu sinemaydı. Dört yaşında, annesinin kucağında ilk King Kong’u sinemada izlemişti, yıl 1933. Tarihe Gio’nun “canavar”a vurulduğu gün olarak da düşülebilir. Söylediğine göre King Kong’dan hiç korkmamıştır, bilakis hazin sonuna gözyaşı döker. Zaten, sonradan Gio’nun da söyleyeceği gibi sinemadaki dehşet, gerçek dünyanın dehşetlerinin yanında nedir ki? Varlık vergisini görmüş, 6-7 Eylül’ü Beyoğlu’nda yaşamış bir İstanbul Levanteni olarak, doğup büyüdüğü şehrin gizemlerini öğrenmek ve aktarmak isteyişi manidardır. Aylin Ünal’ın Aşk ve Korku kitabından, Gio’nun milattan önce 1200 yılından başlayan bir Beyoğlu kronolojisi üzerinde çalışmış olduğunu öğreniyoruz. Kimi okurun adından ötürü yabancı zannettiği Gio’nun kendisi de, hem coğrafi hem de kültürel olarak Doğu ile Batı’yı ayıran/birleştiren İstanbul’un bir gizemi, bir merakı, tuhaflığı değil miydi? Bu tuhaflıkta muhakkak muzipçe körüklediği, “Gio yoksa vampir midir,” efsanesinin de katkısı vardır. “Meslekten yazar” olan Gio’nun yapıtları, kimliğini ve benliğini teşkil eden parçaları araştırma yoluyla, kendini bilmek ve dolayısıyla insanın evrendeki yerine dair gizemi de anlamak isteğini ele verir.

 

Bugün, bilgiye, bir hazır göndergeler ağı içinde (de) erişiyoruz, hipermetnin içinde verilmiş bağlantılar arasında, konuların yüzeyinde, ya da istediğimiz kadar derininde yol alabiliyoruz. Gio ise ilgi duyduğu konuları derinlemesine araştırmayı, aynı konulara ilgi duyanlarla iletişim kurmayı isteyenlerin internetin olanaklarından yararlanamadığı bir dünyadan geliyordu. “Fantastik ve gizemli olan galiba benim gerçek boyutumdur ve onlarla ilgilendiğimde kendimi buluyorum, rahatlıyorum, kurtuluyorum,” diyordu ve kendisi gibi olanların halinden anlıyordu. Bulunduğu boyut ya da ilgi alanları bir nebze sıra dışı olduğundan yalnızlık ve kaynak yokluğu çekiyordu, bunları, kaynakları kendisi yazarak(!) ve mektuplaşma yoluyla yurt dışında bir çevre edinerek aşmıştı belki de, özellikle Forrest J. Ackerman ve efsanevi Famous Monsters of Filmland dergisi etrafındaki camia ile dosttu. Gio’nun kuracağı “Vampire Archive of Istanbul”un isim babası da, ona düğün hediyesi olarak Ray Bradbury’nin daktilosundan çıkan orijinal bir öykü gönderen de Ackerman olmuştu.


Drakula henüz Türkçeye çevrilmemişti

 

Mektupla istenen fanzinlerin, ancak sahaflarda bulunabilen kitapların ve dergilerin, lobi kartlarının, ansiklopedilerin, sözlüklerin, dizinlerin, illa ki dokunmak gereken bir arşivin kaynak olduğu, filmleri yalnızca sinemada izlemenin mümkün olduğu yıllar, şimdi tek bir hareketle ve tam isabetle dipsiz bir kuyudan aradığını çağırabilen bizler için mitolojik bir zaman. Gio, işte efemeranın bir arzu nesnesinden önce bir iletişim mecrası olduğu bu mitolojik zamanın en kıdemli tanıklarındandı. Yazdıklarını kendine münhasır kılan unsurlardan biri de hem Doğu hem de Batı kaynaklarına erişmiş ve bunlardan beslenmiş, bu kaynaklara eşit ilgiyi, önemi ve emeği vakfetmiş olmasıdır. Drakula İstanbul’da (1953) filminin senaryosunun 1930’ların başında Ali Rıza Seyfettin’in “mahallileştirmenin, uyarlamanın, çevirinin ve özetin ötesine geçen” romanı Kazıklı Voyvoda’dan alındığını bize o söylemişti. Korku türü üzerine yazılmış Türkçe başvuru kaynaklarının olmadığı bir ortamda “Dehşetin Kapıları”nı o açmıştı. Mitlerden klasiklere, çağdaş edebiyata, köşe taşı yazar ve yapıtlardan önemli akımlara ve “korku endüstrisi”ne geniş bir spektrumu ele alan bu kült kaynak 1994’te yayımlandığında, H. P. Lovecraft, Mary Shelley, birkaç öyküsü dışında Edgar Allan Poe ve Bram Stoker’ın Drakula’sı bile henüz Türkçeye çevrilmemişti. Yani Gio, Türkiye’deki korku edebiyatı-sineması tarihi ile sonraki kuşağın ilişkisini tesis ettiği gibi, o kuşağın dünya sahnesine erişimini de sağlayan kişiydi.


Tuhaf olanı seven, kenarlarda yürümeyi tercih etmiş her yaştan akraba ruhlardan bilgisini ve kaynaklarını esirgemediği gibi dostluğunu da esirgemedi. Kendisi de kenarlarda, tali yollarda yürüdü hep; Türk sinemasının erotik olanını da, fantastik olanını da derinlemesine yazan oydu, Beyoğlu’nda Fuhuş’u, Dünyamızın Gizli Sahipleri’ni, yani uzaylı efendileri de. Ya çocukça bir batıl inanç ya da şeytanın işi olarak görülen büyü ve gizemcilik konusunda ciddiyetle kalem oynattı ama hep bir “açık kapı bırakarak,” tek bir hakikatin tiranlığına karşı çıkarak ve sanıyorum tam da tek bir hakikatin tiranlığına karşı çıktığı için.

 

 

Ruh rehberi

 

Sinema yazarı olarak Scognamillo’nun ufku geniş ve ilgi alanları da en az bakış açıları kadar çeşitliydi. Bir western film hakkında yazmak için sinemayı bilmek, hatta western türünü bilmek, anlamak yetmez, Amerika’nın tarihini bilmek lazımdır, diyordu. Eleştirilerinde zaman zaman acımasız da olabilen nesnel bir dil kullanmaya özen gösteriyordu. Fakat eleştiri, kaçınılmaz olarak yazarı açısından biyografiktir; seçilen konudan, seçilen bakış açısına ve eleştirinin, incelenen yapıta yüklediği normatif katmana. “Sanatçıyı tutkuları ve endişeleri, aşamaları ve gerilemeleri varsa kuşkuları ile incelemek” çabası, Gio’nun külliyatına damgasını vurmuştur, ama özellikle Türk Sinemasında 6 Yönetmen’de hissedilir. Kendi üzerinde yürüttüğü arkeoloji çalışmasına benzer bir yöntemle bu kez sinemamızın 6 önemli yönetmenini (Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Halit Refiğ, Osman Seden, Memduh Ün)  mercek altına aldığı bu çalışmayla, bir yokluk ortamında, gelecek kuşağın yorumcularına, “gerekli, yararlı ve zorunlu” gördüğü daha derin analizler için malzeme vermeyi ve daha önemlisi, zemin yaratmayı ummuştur. Gio, bir zaman yolcusu olarak, zihninde geçmişe gidebildiği ve gitmeyi sevdiği kadar geleceği de düşünmenin bilincindeydi. Her şey değişir, değişecektir, diyordu. İnsanın evrendeki yerinin yanında tarihteki yerini de düşünüyordu kuşkusuz. Gio, tarih tünelindeki yerini benzersiz çalışmalarıyla edindi, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin 2013 yılından bu yana düzenlediği, genç kuşağın edebiyat, çizgiroman, sinema mecralarında üretimini teşvik eden GİO Ödülleri ile de mirası geleceğe aktarılıyor.     

 

Gio, fantastik ülkeye girmiş olanların “ruh rehberi”ydi, fakat burada bir noktadan diğerine giden tüm yolların henüz işaretlenmiş olmadığını,  haritada görünen yollardan başka yollar olduğunu ve oralarda tuhaf şeylerin bulunduğunu da söylüyordu. O, şimdi bizim henüz gitmediğimiz, ancak yalnız gidilebilen, işaretlenmemiş bir yola gitmiş, sırrı, kuşkusuz orada da aramaya devam etmektedir.

 

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.