Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Dosya // Edebiyatta taşra ve kent




Toplam oy: 304
"Siz istediğiniz kadar büyük şehri methedin, benim için iyi hiçbir tarafı yok. Gökyüzünün gözü yaşlı, halk kendini beğenmiş, edebiyatçılar hem gözü yaşlı, hem kendini beğenmiş… Bütün kadınlar da ya doktordur, ya öğrenci. Yani ne olursa olsun aydındır. Bir sivrisinek Petersburg’lu bir kadını soksa, zavallı hayvan can sıkıntısından ölüverir. İşte bütün bunlar beni korkutuyor.” Gorki’nin modern hikayeciliğin kurucularından Anton Çehov’la mektuplaşmasında bir taşralı olarak kente böylesi bakışından yola çıkarak -bugünlerde de gündemde olan, sosyal ve siyasal olarak daha da yoğunlaşan- “taşra ve kent” meselesini edebiyat açısından ele alalım istedik. Ne de olsa Gorki’nin eserleri Türkiye’de okunmaya başladığında, nüfus, şehirlerden çok köylerdeydi; bugünse tam tersi bir durum söz konusu.

Maksim Gorki 150 yaşında! 28 Mart 1868'de Nijniy Novgorod'da dünyaya gelen Gorki, Türkiye’de özellikle Ana adlı romanıyla popüler oldu ve sevildi. Hiç Gorki okumamışlar bile Ana’yı bilirler; gazetelerin bulmaca eklerinde sık sık karşımıza çıkar örneğin! Sosyalist gerçekçi yaklaşımın ilk örneği olarak kabul eder eleştirmenler Ana’yı ve bu açıdan Türkiye’de “köy romancılığı” gibi bir türün ortaya çıkmasında etkili olduğu da dile getirilir sık sık. Klim Samgin’in Yaşamı, Foma, Artamonovlar, Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim gibi belleğimizde yer etmiş kitaplarıyla Maksim Gorki, taşrayı ilk defa başka bir biçimde anlattığı için belki de Türkiye’de geniş bir okur kitlesi bulup edebiyatçılarımızı etkilemişti.

Gorki, bir taşralıydı. Sekiz yaşındayken dükkanlarda çıraklık ederek ekmeğini kazanmaya başlamıştı. Marangoz babası öldükten sonra, annesiyle sığındıkları dedesinin evinde hayata tutunmaya çalışmıştı. Gemide aşçı yamaklığı yaparken, yanında çalıştığı aşçının kitaplarını okumaya başlamış ve devrim öncesi dönemde esmeye başlayan sosyalizm rüzgarına kapılmıştı. Hayatını kazanmak için yaşadığı zorluklar yüzünden, “acı” anlamına gelen Gorki takma adıyla yazmaya başlamıştı.1

Gorki’nin eserleri Türkiye’de okunmaya başladığında, nüfus, şehirlerden çok köylerdeydi; bugünse tam tersi bir durum söz konusu. Gorki’nin modern hikayeciliğin kurucularından Anton Çehov’la mektuplaşmasında bir taşralı olarak kente bakışından yola çıkarak -bugünlerde de gündemde olan, sosyal ve siyasal olarak daha da yoğunlaşan- “taşra ve kent” meselesini edebiyat açısından ele alalım istedik.

Çehov’un kente taşınması için yaptığı öneriye Maksim Gorki, yazdığı mektupla şu yanıtı verir: “Siz istediğiniz kadar büyük şehri methedin, benim için iyi hiçbir tarafı yok. Gökyüzünün gözü yaşlı, halk kendini beğenmiş, edebiyatçılar hem gözü yaşlı, hem kendini beğenmiş… Bütün kadınlar da ya doktordur, ya öğrenci. Yani ne olursa olsun aydındır. Bir sivrisinek Petersburg’lu bir kadını soksa, zavallı hayvan can sıkıntısından ölüverir. İşte bütün bunlar beni korkutuyor.”

Kentlerdeki insanlar doğal, yani otantik davranmakta zorlandıkları, terbiye edildikleri, personaları aracılığıyla iletişim kurdukları için mi, sıkıcıdırlar Gorki’ye göre? Bir kentlinin herhangi bir olay karşısında vereceği tepki önceden tahmin edilebilir, söyleyeceği sözler ezber ve klişe gelebilir ya da samimiyetten uzak... Çehov’a göre ise taşra, durağan, seçeneklerden ve daha pek çok şeyden yoksun, entelektüel meselelere ilgisiz, kaba saba bir yerdir; en değerli insanları yok eden, yozlaştıran… Çehov çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği bir taşra kenti olan Taganrog’a dair düşüncelerini kızkardeşine yazdığı mektupta şöyle dile getirir: “Şu Taganrog ne pis, ne tembel, ne manasız, ne cansıkıcı bir yer!.. Caddeler bomboş. Her yanda umumi bir tembellik göze çarpıyor. Bütün bunlar insanın o kadar fenasına gidiyor ki... Kirliliğine, lekeli hummasına rağmen Moskova bana daha sempatik görünüyor.”3  Bu iki farklı bakış açısı üzerinden kentleşmenin ve taşranın zorluklarına, edebiyata etkilerine bakınca karşımıza bugün nasıl bir manzara çıkmaktadır.

 

 


“Dışarlık”


“Taşra”nın sözlükteki karşılıklarından biri “dışarlık.” Dışarlık, dışarıya dair, dışarıda olma durumu... Deleuze ve Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni’de,4  taşrayı “dışarıda kalan öğelerin tümü” olarak tanımlar. Nurdan Gürbilek’in Yusuf Atılgan’la ilgili yazısına verdiği isim  gibi belki de bu dışarıda olma durumu yüzünden taşra bir sıkıntıdır, sıkılmadır; Cemil Kavukçu gibi öykücülerimizin, Nuri Bilge Ceylan gibi sinemacılarımızın tarif ettiği gibi bir daralma, dar bir alana sıkışmış olmanın getirdiği bir yoğunlaşma, bunalma… Belki de bu bunalmanın bir sonucu olarak, Tanıl Bora’nın derlediği Taşraya Bakmak6  adlı kitaptaki yazıların işaret ettiği gibi, kaçınılmaz olarak muhafazakardır taşra.

Gülten Akın, Anadolu’daki bir deprem sahnesini canlandırdığı şiirinde “Dam çökecek, bir kırık nal, iki gözboncuğu getirin/ Muska nerde? En'am nerde? Siz neredesiniz?/ (Gece) kara gece, gaz, kibrit, pencere/ Yoksa dam çöktü mü? Ölmeden önce mi öldük biz?”  diye tarif ediyordu örneğin, taşra insanının çaresizliğini. Dışarıda olan, çaresizliğe, yoksunluğa daha yakındır.

Köylerdeki gençlerin çoğu kente yerleşme hayali kurarlar, neyi hayal ettikleri sorulduğunda para kazanmak gibi şeylerden bahsetseler de, gerçekte kendilerini hayat denilen oyunun dışında hissediyor ve pek çok seçeneğin mümkün olduğu bir yerde yaşamak istiyorlardır. (Üniversitede öğrenciyken yaptığımız bir köy antropolojisi çalışmasında, köyde yaşayan gençlere kentte yaşamayla ilgili hayallerini sorduğumuzda, “asansör”, “küvet” gibi yanıtlar almıştık.) Köy, onlar için seçeneklerin kader gibi kendilerine dayatıldığı bir yerdir, anne babaları gibi yaşadıkları köye sıkışıp kalmaktan korkuyorlardır, kente giderlerse kim bilir önlerinde ne tür fırsatlar belirecektir. Köyden kente göç edince de başka sıkıntılarla karşılaşacak, edebiyat ve sinemada başka başka hikayelere konu olacaklardır; başarılarının ya da hayal kırıklıklarının anlatıldığı...

 

 

Taşra sıkıntısı - kent sıkıntısı


Nurdan Gürbilek’in “Taşra Sıkıntısı” başlıklı yazısında bahsettiği, gün boyu evin penceresinden karşı arsaya yığılı kalasları seyreden, evde kalmış kızın sıkıntısı, kentlerde, kentlilerde yok muydu? Gürbilek’in de altını çizdiği gibi, asıl olan dışta kalma, daralma deneyimiydi; köy, kasaba, kent fark etmiyordu. Aynı yazının devamında taşrayı bir varoluş sorunu olarak da tarif eder Gürbilek: “Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı.”

Fark etmişsinizdir; bugünlerde sık sık tasını tarağını toplayıp İstanbul’daki kentli hayatlarını terk ederek köylere taşınan insan hikayeleri çoğaldı. Köylerdeki yaşamlarını anlatan blog sayfaları açarak bu tercihlerinin propagandasını da yapıyorlar! Göç eden bu kişilerden genç bir kadının hikayesi, gazetelere haber de olmuştu; bir an sokağın ortasında durup kent hayatının kendisini depresyona soktuğuna karar vermiş ve bir köye taşınmıştı. İstanbul’daki hayatta kalma mücadelesinin tek karşılığının kendisine yabancılaşma olduğunu söyleyerek isyan eden bu genç kadın, kent sıkıntısına taşra sıkıntısını tercih etmişti: “Yaşamımı sürüklemekten, fırtınalarda duvarlara çarpıp yara almaktan, anlayamadığım ego mücadelelerinden, yalancı gülümsemelerden, kadın olmamın sadece bir araç olduğu ortamlardan usanmıştım.”8

Taşrada yaşayanların kente dair hayallerinde seçme özgürlüğü varken, kentte yaşayanlar için seçme özgürlüğü, Renata Salecl’in Seçme İkilemi9 adlı kitabında bahsettiği gibi “seçme kaygısı”na dönüşüyordu ve bu öyle bir kaygıydı ki tüketim odaklı bir varoluş krizinin yaşanması kaçınılmazdı.

 

Güç ve iktidar


H. E. Bates, Gogol’den bahsederken, “Evinin -annesinin Dikanka’daki çiftliği- arka kapısından dışarı bakmış ve kendi içinde çok canlı güç çatışmaları olan bir yaşam görmüştü. Bu nedenle de daha uzaklara bakmasına gerek kalmamıştı,” diye yazmıştı.10 

Taşranın kente göre daha rahat gözlemlenebilen bir yer olması edebiyatçılar için bir avantajdı her zaman, herkes birbirinin her şeyini bilirdi çünkü, ilişkiler kente göre daha çıplak ve doğrudandı. Gogol ve Gorki gibi yazarların, toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin daha bir görünürleşip gözlemlenebilir olan taşrayı eserlerinde konu edinmesi anlamlıdır bu açıdan. Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Sabahattin Ali gibi yazarlarımız da Türkiye’nin toplumsal gerçeğini anlatmak için taşraya yoğunlaşmışlardı.

Sabahattin Ali’yle ilgili bugünlerde çıkan kitabın adı Şehirlere Alışamadı11, Kuyucaklı Yusuf adlı romanından bir alıntı, kentteki yaşamından bunaldıkça doğaya sığındığı için kitaba bu ad verilmiş. Sabahattin Ali, İstanbul’dan Berlin’e pek çok kentte yaşamış olsa da çocukluğu dahil yaşamının önemli bir kısmını taşrada geçirmişti; öyküleri ve romanlarında taşra da kentler de aynı karamsarlıktan nasibini almış, hatta “Değirmen” gibi bazı öykülerinde taşradan bakıp kentlileri eleştirmiş, bazen de kentten bakıp taşrayı… Nihayetinde nerede olursa olsun, taşrada ya da kentte, dışarıda olanların hikayelerine kendini yakın hissetmişti Sabahattin Ali. Türkiye, nüfus yoğunluğu 1950’lerden bu yana hızla kentlere kaysa da bir taşra ülkesiydi nihayetinde. (TÜİK verilerine göre, 1950’lerde Türkiye’de nüfusun yüzde 70’i  köylerde yaşıyormuş, şimdi ise yüzde 7,5’i.) Bir yazar olarak Türkiye’yi anlamak için taşrayı anlamaya çalışmıştı.

Türkiye’nin modernleşme sürecinden ve modernleşmeye dair tartışmalardan ayrı düşünülemez taşra ve kent. Bu tartışma da her zaman bir hayat-memat meselesi olageldiğinden, Doğu-Batı, gelenek ve modernleşme arasında yaşanan çatışmalar, yazılan ilk romanlardan günümüze edebiyatımızın değişmeyen temalarından biri oldu. Taşra, insan ilişkilerinin canlı ve samimi olduğu bir yer olarak yüceltildiği gibi, bağnazlığın ve sömürünün çıplak gözle görülebildiği bir yer olarak kötülenmişti de… Kentler, ailelerin dağıldığı, insanların yabancılaştığı ve kendilerini yitirdikleri bir yer olarak tarif edilse de, köyden kente göç hızlanarak devam etti, bir ara geçiş olarak taşrayı kentlere taşıyan gecekondu bölgeleriyle. Gecekondular, yaşanacak kültürel şoku ve dağılmayı önleyen tampon bölgeleri oldu kentlerin.


Merkez dağılıp ufalanırken


Taşra ve kent, modernleşmenin iki kutbu olarak nitelendirilir genellikle. Artık bu durumun uzamsal bir karşılığı yok. Ankara ya da İzmir, İstanbul’a göre taşradır örneğin; Kadıköy, Beyoğlu’na göre, Ümraniye de Kadıköy’e göre taşradır. Daha önce merkez denilen yerler dağılıp ufalanırken, herkesin kendisine göre bir merkezi var artık. İstanbul’da örneğin, bazıları için Fatih, bazıları için Kadıköy ya da Cihangir…

Eskiden Trabzon’dan ya da Adana’dan bir romancı çıkacak olsa, yolunun İstanbul’a düşmesi şarttı; merkeze dahil olmazsa yerel bir yazar olmaktan öteye gidemez, dışarıda kalırdı. Ressam olmak isteyenlerin eskiden Paris’in, oyuncu olmak isteyenlerin Hollywood’un yolunu tutması gibi… Çünkü editörler, galeri sahipleri, yönetmenler, kısacası iktidar kentlerdeydi. Sonra sonra, merkezler dağılıp ufalanırken dışarlıkların anlamı da değişti. İnternet çağında mekanların önemi azalmış, rastlaşmaların, kendini göstermelerin yolları çoğalmış ve farklılaşmışken, taşranın yerini tasvir etmek de güçleşti. Neresiydi merkez?


Çemberin içi ve dışı


Murathan Mungan’ın, Yeni Türkü’nün bestelediği şiirindeki gibi, “Ya dışındasındır çemberin/ Ya da içinde yer alacaksın…” Asıl soru, yine şiirdeki gibi “Kendin içindeyken/ Kafan dışarıdaysa”?.. Kentlere göç edip taşrayı varoluşsal olarak yaşayanlar… Ya da tam tersi, hayalleriyle taşraya sığamayanların sıkıntısı, daralması…

Nurdan Gürbilek, “Taşra Sıkıntısı” yazısında, “Taşranın kendisini taşra olarak ayrıştırabilmesi için, kendisinden esirgenmiş bir başka yaşantının, kıyısına itildiği bir merkezin farkına varması, kendisini onun gözüyle görmesi, onun karşısında kendisini eksik, yoksun hissetmesi” gerektiğinden bahseder. Esirgenmek, seçmediği bir başka yaşantıya itilmek, kendisini eksik ve yoksun hissetmek ağır bir durum. Kentte yaşamak, bu ağır ruh halini hafifletmekten çok kışkırttığı için merkezlerin dağılması, kimlik olarak dağılmanın bir yansıması belki de… Paul Ricoeur, Eleştiri ve İnanç adlı kitabında, muhafazakarlığa yönelmeyle, modernleşme karşısındaki dağılma endişesi arasında bir bağ kuruyordu.12 Çember yok edilirse, iç ve dış diye bir ayrım kalmazdı, ama bu defa da anlam kriziyle, “post-truth” diye tarif edilen siyasi kültürün sonuçlarıyla karşı karşıya kalınacaktı. 

Çemberin, yani merkezin dağılmaya yöneldiği bir zamanda, Sabahattin Ali, Reşat Nuri Güntekin ya da Yusuf Atılgan gibi yazarlardan farklı bir biçimde taşrayı ele alan Hasan Ali Toptaş gibi yazarların ortaya çıkması da tesadüf olmasa gerek: kendisine sığmayan, gölgelerinin hakimiyetine girerek ortadan kaybolan, rüyadaymış gibi yaşayan taşra insanları...


Herkes dışarıda…


Kentsel dönüşüm, merkezlerin emlak değerinin artması, kentlerin çeperlerine doğru genişleyen yapılaşma ve göçle sürekli bir hareketlilik var içten dışa, dıştan içe… Çemberi genişletecek ve yaşanan yoksunluğu azaltacak şey, azalan kamusal alanların çoğalması. Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı13 romanındaki gibi herkes kendisine bir kabuk oluşturup içine saklandığı sürece, taşranın da kentin de sıkıntısı artacak. Belki de taşra ve kentin bu iç içeliği, merkezlerin çoğalması ve çeşitlenmesiyle yeni imkanlar da ortaya çıkacak, kim bilir…

Anton Çehov ve Maksim Gorki’nin mektuplaşmalarında taşrayı ve kenti ele alışlarındaki farklılığın ortak bir noktasından bahsetmek yine de mümkün; ikisi de yaptıkları edebiyatın kaynağı olan kişilik ve kimliklerini muhafaza etme çabası içindeydiler. Taşra ve kentin, olumlu yönleriyle birbirlerini besledikleri bir çeşitliliğin ve renkliliğin yaşandığı yerlere dönüşebileceğine dair örnekler de yok değil.

Maksim Gorki’nin Ana adlı romanındaki bir sahnede Sofia içini döker: “Yaşamımı bir karabasan gibi görüyordum... Sürgündeydim, berbat bir taşra kasabasında. Yapacağım, düşüneceğim hiç bir şey yoktu, kendi kendimi düşünmekten başka.”14 Taşrada ya da kentte, günümüzde herkes birer sürgün aslında; ve edebiyat, kendi kendimizi başka hayatlar üzerinden düşünmek için en güzel imkan olsa gerek. Gorki, insanların acılarından bahsederek, acıları acı olmaktan çıkarıp, yaşamın “bulanık bir su gibi, ağır ağır ve hiç durmadan” akışını değiştirecek çareler bulmaya çalışmıştı. Ana’da yazdığı gibi, köy ya da kent, “İşçinin yaşamı nereye gitse aynıydı..."



DEĞİNİLEN KAYNAKLAR:

1.    Maksim Gorki, Yaşanmış Hikâyeler, çev. Ataol Behramoğlu, Can Yayınları, 1987.
2.    Maksim Gorki – Anton Çehov, Yazışmalar, çev. Z. Zühre İlkgelen, Yankı Yayınları, 1966.
3.    Anton Çehov, Altıncı Koğuş, çev. Hasan Âli Eldiz, Yankı Yayınları, 1966.
4.    Deleuze ve Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 2, Bağlam Yayınevi, 1993.
5.    Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge içinde “Taşra Sıkıntısı”, Metis Yayıncılık, 1995.
6.    Tanıl Bora (der.), Taşraya Bakmak, İletişim Yayınları, 2013.
7.    Gülten Akın, Toplu Şiirler I, YKY, 1995.
8.    “Farklı Bir Yaşam Mümkün”, Tuğçe Çinkitaş, Cumhuriyet gazetesi, 14 Mayıs 2016.
9.     Renata Salecl, Seçme İkilemi, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayıncılık, 2014.
10.    H. E. Bates, “Kısa Öykünün Kökenleri: Gogol ve Poe”, çev. Gökçen Ezber, Adam Öykü 24. sayı, 1999.
11.    Sevengül Sönmez (ed.) Şehirlere Alışamadı: Sabahattin Ali’nin Şehirleri, YKY, 2018.
12.    Paul Ricoeur, Eleştiri ve İnanç, çev. Mehmet Rifat, YKY, 2010.
13.    Kemal Bilbaşar, Denizin Çağırışı, Can Yayınları, 2013.
14.    Maksim Gorki, Ana, çev. Zaven Biberyan, Oda Yayınları, 1992.





 

 

Görseller (sırasıyla):

Gorki Portresi: Mikhail Nesterov (1901)

illüstrasyon: Fatih Öztürk

illüstrasyon: Alpay Aksayar

illüstrasyon: Esra Kalay

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.