Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Güncel // Rio’dan Clarice, İstanbul’dan Sevim




Toplam oy: 884
Clarice, dişi bir kurt gibi bakar, abartılı makyajı ve iri mücevherleriyle Copacabana plajında bir “grande dame”dir. Sevim, ayaklarından büyük gözleri olan, Sait Faik edebiyatını bitiren sarayların primadonnasıdır.

Olimpiyat ışıkları Rio’yu aydınlattı. Brezilya’nın politik ve ekonomik krizleri, tahrip edilmiş doğası, “brazilyonerleri” ve “favelaları” arasındaki gelir uçurumları rengarenk bir seyirlik oldu. Machado de Assis, Brezilya edebiyatının belirleyici özelliğini milliyetçi içgüdü olarak tespit eder. Başkahramanı bireyden çok ülkedir, üzeri edebiyatla boyanır.

Brezilya ve Türkiye’nin darbelerle ve krizlerle dolu benzer geçmişi, sınıf endişeleri, edebiyatlarındaki toplumcu olma baskısı, entelektüel çevrenin darlığı ve içrekliği, kadın yazarlara yüklenen feminist misyonlar, öteki seslerden minör edebiyat çıkarma gayretleri arasında karşımıza, kategorize edilemeyen, edebi dokunulmazlıklar içinde iki kadın çıkıyor: Rio’dan Clarice Lispector ve İstanbul’dan Sevim Burak.

Kendilerinden başka kimseye benzemeyen bu iki kadın yazar, ellerinde sigara, yüksek elmacık kemikleri ve iri yeşil gözleriyle renkli ikiz gölgeler gibi yaşar ve ölür. Biri 77’de, diğeri 83’te. Clarice, Marlene Dietrich’e benzeyip Virginia Woolf gibi yazandır. Dişi bir kurt gibi bakar, abartılı makyajı ve iri mücevherleriyle Copacabana plajında bir “grande dame”dir. Sevim, ayaklarından büyük gözleri olan, Sait Faik edebiyatını bitiren sarayların primadonnasıdır.

Yarattıkları karakterlerin basit ve batıl bocalamalarıyla, kurmacaya kılavuzluk eden yazar sesinin varoluş bunalımları, Lispector ve Burak’ın “bireysel” bulunan sınıf sorunlarıdır. Yaşadıkları dönemlerde benzerlikler gösteren Brezilya ve Türkiye’deki orta-üst sınıf aidiyetin çatlakları arasında kaybolmama savaşı verirler.

Anne kaderdir



Pogromdan kaçan Ukraynalı Yahudi aile. Anne, Rus askerler tarafından tecavüze uğruyor ve frengi kapıyor. İnanışa göre, hamile kalırsa, bebek frengiyi iyileştirecek. Clarice Lispector, böyle doğuyor, annesinin hayatını kurtarmak için. Bir yaşını doldurmadan Brezilya’ya göç ediyor aile. Bir misyonla, kendine ait olmayan bir günahla doğduğuna inanıyor. Anneyi kurtaramıyor ve dünyaya geliş hikayesinin suçlu ağırlığı altında kendine bir varoluş miti yaratıyor: “Annemizin olması bizim görevimizdir.”

Clarice Lispector, gırtlaktan gelen ağır bir aksanla, Portekizce dilbilgisi kurallarına, sözcüklerin doğru anlamlarına ve onları yerinde kullanmaya asla dikkat etmez. Dili melezleştiren mistik ve estetik bir anlamın peşinde, kendi varoluşunu yeniden kurgulamadır edebiyatı. Sevim Burak’a kulak verelim: “Yeniden yaratırız şu insanları, ne dersin… Dünyaya yaşadığımı duymak için Tanrı’nın beni gönderdiğini ve bunları yazmamı istediğini… İspat edebileyim.”

Annelerinin Yahudi oluşu herkesin bildiği ama hakkında sessiz kalınan bir sır olarak Sevim ve ablasının çocukluğunu belirler. Annesini “ele veren” bozuk, devrik ve aksanlı Türkçe, yıllar sonra Sevim Burak’ın sözcükleri yazıya dökerken seçtiği fonetik görselleştirmelerde ortaya çıkacak, kendine has imlası ve diliyle “Sevimburakça”ya dönüşecektir. Dünyaya bir sır taşıma yüküyle gelen Sevim, bu yükten kurtulmak için edebiyatla meydan okur.
 

Bütün yazarlar dişildir


Özelini korurken, karşı konmaz bir itiraf etme dürtüsü ile yazıyor bu iki kadın. Metinlerdeki klostrofobik atmosfer, hayatı ölüme doğru bir gerisayım olarak betimliyor. Ölüm, yazarın dilediği kadar geciktirebileceği, karakterlere can çekiştirebileceği ama asla engelleyemeyeceği bir oluş. Yazar, “yaratma” yetisiyle yukarıdakiyle rekabet halinde. Ama ölüme dair yapabileceği bir şey yok. Bu nedenle ölüm için gerisayımın başladığı an olan doğum ve anne kavramıyla dertleri var. Sözcük ve anlam arasına mesafeler koymak istemeleri dönüp dolaşıp anneden geçen dile varıyor. Bu yaratma-doğurma ve tanrı-anne kavramları arasında metne dahil olan yazarı kaçınılmaz olarak dişil kılıyor. Kadın doğurabildiği için yaratıcı gücü elinde tutar ve postmodern anlamda “yazar” ancak dişil olabilir, erkek yazarlar bile. Buradan yola çıkarak bütün postmodernist üst kurmaca “doğası gereği” dişildir diye bir tez atmak, cesaret işi. “Kadın eril dilin dışına çıkabilmek için hikayeler kurar” feminist tezine karşı bir cesaret.


Tavırları, makyajı, eski tiyatro kostümlerinden kıyafetleri, evini bir sahne dekoru gibi eski eşyalarla donatması, öykülerini tiyatro eseri olarak tekrar yazma dürtüsü, Sevim Burak’ın, tiyatrodaki o metaforik “dördüncü duvarın” varlığını daima hissederek yaşadığını ve yarattığının kanıtı. Yalnızken bile seyirci önündedir. Perdelerini kapayarak, karanlık odalara çekilerek, insanlardan kaçarak yaşasa da. El yazısı ile yazdığı, sonradan daktiloya çekilmiş metinlerini makasla keser, evdeki perdelere iğneler kağıt parçalarını, yerlere koridora yayılır. Bir oyun alanı inşa eder. Çoğunlukla Burak’ın bu kes-iğnele montaj metodu terziliğiyle ilişkilendirilir. Bence onun için yazma işi, başlı başına bir performanstır. Kendi yaratığı mitolojik yazar figürünün törensel seyirliği. Perdenin araçsallığını iğne kadar önemli bulurum.

“Yabancılığı” yıllar önce yurtdışından aldığı modası geçmiş giysiler gibi üzerine giyiyor, entelektüel çevrelere uyum sağlayamıyor Clarice. Güzelliğini yitirmeye başladığı için yüzüne maske gibi uygulattığı acayip makyajla efsaneye dönüşüyor. Clarice Lispector hayatı bir performans olarak algılar ve ölümde muhteşem bir final bekler. Yıldızın Saati romanı bununla ilgilidir. “…ölüm saatinde ünlü bir film yıldızı olursunuz, bu herkes için görkem anıdır, koronun en yüksek notalara çıktığı an." 

Kendi mitolojisini yaratan iki yazar Clarice Lispector ve Sevim Burak. Şeyler ve sözcükler arasında ilkel bir ilişki kuruyorlar. Yalancı maskeler kuşanıyorlar. Gözünüzün önünde makyajlarını sildiğini sanıyorsunuz bu kadınların, gözyaşlarıyla yıkadıklarını yüzlerini, oysa aslında yüzlerinin üstüne yeni bir yüzü resmettiklerini sonradan anlayacaksınız.

Clarice Lispector, kendisini Virginia Woolf’a benzetenlere kızar. İntihar ettiği için onu affedemez. İnsanın görevi zor da olsa sonuna kadar gitmektir. Boşanma sonrası Sevim ve Clarice’in yaşamları Virginia Woolf’un “kendine ait odasını” koruyarak yazmaya devam etme çabasıdır. Domestik hayatın kurbanı kadınları anlatsalar da özdeşleştikleri o kadın değil, o kadını yaratan anlatıcıdır. Öykülerindeki kadınlara karşı entelektüel üstünlüğü asla bırakmazlar.

Kafka kaderdir

 


Hayatlarının son günlerine kadar yazmaya devam ettikleri iki roman, Lispector’un Yıldızın Saati ve Burak’ın Ford Mach I katil otomobiller ile ilgilidir. İki kadın da ölümü Kafkaesk bir dönüşüm olarak kabullenmişler, ölümü böylece reddetmişler.

Yıldızın Saati, Rio’nun kenar mahallelerinden fakir, çirkin, hastalıklı daktilo kız Macabéa’nın sarı bir Mercedes tarafından ezilip ölmesini anlatır. Herkesin hayatında yıldızlaştığı an olarak ölümü sunuyor bize Lispector. Mercedes’in yıldız şeklindeki ikonik ambleminin yanında Macabéa’nın ölümü bedensel formunun dönüştüğü kendinden geçirici bir andır. Ford Mach I’de Bağdat Caddesi’ndeki korkunç kültürel ve kentsel dönüşüm, inşaatlardan yeni açılan köprüye, yabancı isimli mağazalardan Amerikan otomobillerine, hatıraları silinen eski nesilden caddeyi dolduran gençlere kadar bir düşman işgalini anlatır Sevim Burak. Sonunda kurtuluşu düşmanına dönüşmekte bulur; anlatıcı yaşlı kadın, metal bir canavar olan otomobile dönüşür. Edebiyatın yabancı ve öteki olanla bağlantı kurma seansı olduğunu unutmayalım.

 

 


 

 

Görsel: Servet Kesmen

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.