Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

OdakYazar // Oya Baydar (II)



Şahane
Toplam oy: 643
Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)

Unutma çağı virüsü


Kentler bütün birleştiriciliğinin yanında dönüşümün, yok etmenin, yıkmanın simgesi oldu, özellikle 19. yüzyıldan sonra. Umutların, romantik hayallerin beşiği olan kent, kaosun, kabusun, felaket senaryolarının, ürkütücü yönetimlerin, karanlık toplum tasarımlarının merkezi oldu. Kentteki özgür, mutlu bireylerin ürkütücü yönetim ve denetim sistemleri ile özgürlüğü ve bireyselliği bastırıldı, toplumsal yaşam tekdüzeliğe, denetimin temel alındığı mutsuzluk alanlarına dönüştürüldü. Mekanı kent olan karşı ütopyalardaki, şehirlerin yıkıldığı, çürümeye bırakıldığı, savaşta havaya uçurulduğu bilimkurgular artık kurgu değil.

 

Yönetenlerin ütopyası; görüp de görmedik, duyup da duymadık diyenlerin, bilip de susanların olduğu bir dünyayken; bu dünya, yönetilenlerin, Merkez’in dışında kalanların ise karşı-ütopyası. Bu karşı ütopyada haklar despotik devlet tarafından yok edilmekte, bilenlerin bildiğini söylemesi engellenmekte, geçmişte ne olduğunu unutmak, toplumsal bellek yitimine uğrayarak var olmak bilimin üzerine çalıştığı bir konu olmakta.



Patlayan bombalar, etrafa saçılmış kovanlar, mermiler, çöp, çöp tepeleri, çöplük, yaşadıklarını unutmuş, hafızası silinmiş insanlar... Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali romanı kent kabusunu işleyen, denetimci yönetim sistemlerinin tekdüzeliğe ittiği toplumu ve işinin aşının peşinde görmedim duymadımcıları eleştiren bir karşı-ütopya. Bu karşı-ütopyada laboratuarda unutma virüsü geliştirilmiş; insanlar bu H2M3 virüsüne yakalanmış ve unutma hastalığına tutulmuşlar. Düşünmek ve düşündüğünü söylemek, korkuları dile getirmek, baskıcı düzene itiraz etmek kimi merkezlerce tehdit algılandığı için insanların zihinlerinden belli bir zaman dilimi ve bir bölge silinmiş.

 

Romanın şimdiki zamanında yıllar önce şehirde yaşanan büyük bir depremin olduğu fakat bu depremle ilgili kimsenin bir anısının olmaması üzerine açığa çıkan gerçekler vardır. Yaşlılar depremin ne öncesini ne sonrasını hatırlamaktadır. Ne kulaktan kulağa bir söylenti, ne bir anı, ne görgü tanığı vardır o ana dair. Bir gün evinden havaalanına giden bir psikiyatr arabasıyla alacakaranlıkta bomboş bir arazide yolunu kaybeder. Dikenli tellerle çevrili bu arazi harita üzerinde görünmemektedir. Psikiyatr jeoloji mühendisi arkadaşından ve unutma şikayeti olan gazeteci arkadaşından yardım ister. Bu bölgenin kayıtlarına harita üzerinde rastlanılmadığı gibi, şehirde yıllar önce büyük bir depremin olma riski/ihtimali de çok zayıftır. Mesele başkadır ve psikiyatr bunun üzerine gidecektir. Bir gün o araziye tek başına gider, tellere asılı sayfalar bulur.  Bunlar büyük patlamayı yaşayan bir yazarın yazdığı "Çöplüğün Generali" adlı romanın kısımlarıdır. Romanın 20. ile 160. sayfaları arasında patlamadan kurtulan yazarın "Çöplüğün Generali" adlı romanının taslakları yer alır. Böylelikle bir üst kurmaca roman ortaya çıkar.



Roman hayali bir ülkede geçmektedir, ama bu hayali ülkeyi tahmin etmek zor değil. Kurmaca ve gerçek savaşında gerçekler hep kurmacadan üstün gelir. Artık bu kadar da olmaz, dedirten şeylerin hepsi bu hayali ülkede mevcut ve mümkündür. Ama gerçekler kurmacanın dünyasında yumuşatılarak yazılmalıdır çünkü gerçek, olduğu kadar şiddetiyle, cinnetiyle, travmasıyla yazılsa inandırıcı olmamaktadır. Romanın içindeki "Çöplüğün Generali"nin yazarı da gerçeklerin kurmacayı aşması hakkında şöyle der; “Bu kadar sert olması gerekiyor mu? Haber gazetede aynen böyle verilmişti. Romanda yazınca aşırı kaçıyor, inandırıcılığını yitiriyor. Bir kez daha: Gerçek hayat kurguları fersah fersah aşıyor. ‘Bu kadar da olmaz’ dedirtmek için edebi metinde yumuşatmak zorunda kalıyorsunuz.”



Çöp toplayan ve çöplükte asker kaputu bulup sırtına geçirmiş bir sağır, dilsiz çocuğun "çöplüğün generali" metaforuyla anıldığı roman “gündelik gerçeğin gerçekdışı göründüğü, gerçekdışının da gündelik gerçekliğe dönüştüğü”, insanın ruh sağlığını korumasının çok zor olduğu günümüzü anlatıyor.

 

İpek Bozkaya

 

 

Sonsuz zamana hapsedilmiş "anlar"

 



Bazen yüz çevirdiğimiz, bazen sanki hiç yaşanmamış gibi unuttuğumuz, bazen ise hayatımızın en net duraklarıdır anlar. Bir fotoğraf karesi gibi hatırımıza geldiğinde ilk beliren şey karanlıktır. Boşlukta hareket eden milyonlarca harekettir, susuştur, var oluştur. “Anın duygusunda yalan, riya, çarpıtma yoktur: Sevinçtir, kederdir, coşkudur, tutkudur, korkudur, utançtır, kindir, ihanettir, intikamdır… İnsan, ömrü boyunca biriktirdiği anlardan ibarettir,” diyor Oya Baydar. Yalnız o kişiye ait olan bu anları da Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de gün yüzüne çıkarıyor; kaybolup gitmesinler diye.

 

Otobiyografik bir “anlar” kitabı olan bu kitap, aslında sadece Baydar’ın duygularını değil, çoğu insanın duygularını da içinde barındırıyor. Çöken bir duvarın yıkıntıları altında kalan  şaşkın, yaralı, çaresiz insanların yalnız kalışlarını, kendileriyle hesaplaşmalarını anlatıyor. Bu insanlar kimi zaman bir 23 Nisan kutlamasında anadiliyle sesini duyuramayan bir çocuk, kimi zaman doksanını aşmış annesini terk etmeye vicdanı el vermeyen kadın, kimi zaman ise sonsuz bir zaman boşluğunda oğluyla trende yolculuk yapan baba. Geçmiş zamanın en kuytu köşelerine bırakılmış, kendisinden başka çoğu insanı da içine alan bu anları Oya Baydar işte bu sebeple kaleme almış: Anlar “yok olmasın, bilinmez boşluğun bir yerlerinde yaşasın” ve insanı insan yapan bu küçük şeyler yetim kalmasın diye.

 

Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de kendi içine, zamanın karanlıklarına karışmış anlarına bakarken hayatın her noktasına değiniyor Baydar: Hayal kırıklığı, işkenceler, dünyanın farklı noktalarında yaşanan devrim umudu, yazlıkçılar tarafından terk edilen, kamyon tekerinin altında inleyen hayvanlar, mahpushane ranzalarından izlenen ay ışığı, anne-oğulun geçmiş yıllarının hesaplaşması, “Doğu’nun yalnızlığı, Batı’nın gönül sağırlığına duyulan öfke, bırakıp gitmelerimizin bıraktığı boşluk...” Her biri insanı insan yapan toplamın parçaları. Her biri ayrı bir var olma hikayesi. Her biri, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, haksızlığa yazdıklarıyla dur demeye çalışan, toplumda farkındalık yaratmaya çalışan Oya Baydar’ın hikayesi.

 

Daha çok çocukluk ve gençlik yıllarına ait anılarını anlattığı kitabında Oya Baydar, anlattıklarıyla aslında cesaretinin de sınırlarını genişlettikçe genişletiyor. Öyle ki kürtaj ve taciz gibi dile getirilmesi zor anlarını paylaşıyor okuruyla. Bir söyleşisinde bunu yaptığı için ilk zamanlar huzursuz olduğunu söyleyen Baydar, eğer yazmasaydı yapmak istediği şeye ihanet edeceğini düşündüğünden çekinmeden yazdığını ifade ediyor. Bir nevi kendi anılarında kendi yazdıklarıyla özgürleşiyor. Kendisini bırakıp giden kedisinin, felçli babasının kendisinden onu öldürmesini istediği zamanın bıraktığı izleri, okuruna da yaşatmak istiyor. Belki de “rengarenk kır çiçekleri arasında yerini yadırgayan dikenli bir kaktüs kadar yalnız” olduğunu söyleyip bu yalnızlığını paylaşmak niyetinde. Her halükarda bu anlar, Baydar’ın mutluluk anları olarak nitelendirilebilir. Nihayetinde kendi göçüp giderken o küçük şeyler de yitip gitmeyecektir artık; tıpkı istediği gibi.

 

Belli bir türe sığdırılamayacak Yetim Kalacak Küçük Şeyler, her toplumdan, o toplumun bireylerinden bahseden bir anlar toplamı. Kimi zaman bir çocukluk anısını, kimi zaman tarihi bir anı kronoloji gözetmeksizin anlatmış yazar. Çünkü ona göre “anlık duygular anımsanırken zaman sırasına konulmaz.”



Yağmur Yıldırımay


 

Yeniden umutla

 



Diyarbakır Surönü’nde, “şehrin yüreği”nde yapılan konuşmalardan oluşuyor Surönü Diyalogları. Bir yanda geçmişiyle, bugünüyle ve kendiyle hesaplaşan, insana yaklaşımını sorgulayan Batı’dan gelmiş bir Türk; diğer yanda ise acıların, yıkımların, ölüm çığlıklarının içinde mücadele eden bir Kürt.

 

Geçtiğimiz yıl yayımlanan Surönü Diyalogları’nda Oya Baydar, içinde bulunduğumuz ağrılı dünyayı, Cizre’de, Silopi’de, Sur’da ölenleri, yaşam mücadelesi verenleri, bu mücadeleyi doğuran yaşamasızlığı konu ediyor. Bir de bu mücadele karşısındaki duruşları, tepkileri. Ele alınan meselelerin özlük,  özgürlük ve direniş olması nedeniyle diyaloglar sürerken Sur’a giden karakter gibi okur da bir yüzleşmenin ortasına çekiliyor.

 

Soru sormak ve cevap vermek, kişilere yüklenmiş zorunluluklar değil kitapta. Dolayısıyla röportaj yapar gibi soru soran biri de yok. Samimi bir sohbetin akışıyla geçiyor sıra karşıdakine ve aynı samimiyetle geri dönüyor. Surönü’nde oturan iki kişi, yalnızca düşünceleriyle ele alınıyor. Biri, tanık olduğu acıların getirdiği “yürek üşümesi”ni anlatırken; diğeri kendiyle barışmanın, gecikmişliğin sesini vicdanında susturmanın yollarını arıyor.

 

Aralık 2015’ten sonra Mart ve Nisan 2016’da tekrar aynı yerde bir araya gelen ikili, yıkımların yarattığı umutsuzluğu konuşuyorlar bu defa uzun uzun. Ve ardından veda... Yeniden umutla, yeni bir dünya kurma umuduyla…

 

Dilem Meryem

 

 

 

 

 

Geçmişi yeniden okumak



Oya Baydar’ın 2012 yılında Can Yayınları’ndan yayımlanan O Muhteşem Hayatınız adlı kitabını okurken Marquez’in, “İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır,” cümlesini düşünmemek elde değil. Hayat nedir? Yaşanılan an mıdır yoksa sonrasında akılda kalan mı? Yahut başkalarının hafızalarında yaşayan izlenimler midir? İnsan hayatını her düşündüğünde onu yeniden yazmış olur aslında. Yeni bir anının ışığında yahut sonradan hatırlanan bir olayla geçmiş en başından inşa olur. Bahsedilen hayatın boyutları ile ilgilidir biraz da bu inşa olma hali. Deneyimlerin çokluğu, etkileşime girilen insan sayısı, hafızadaki çağrışım zincirinin uzunluğu kişinin hayatı üzerindeki düşüncelerini etkiler. Peki ya bu hayat dünyaca ünlü bir primadonnanın hayatıysa? Kitabın tamamını düşünerek bir de şöyle sormalı: Peki ya bu inşa bir ülkenin tarihiyse?

 

Oya Baydar, romanının odağına dünyaca ünlü opera sanatçısı Aliye Sema’nın muhteşem(!) hayatını koyuyor. Bu subay kızının şahane çocukluğu, erken yaşta keşfedilen inanılmaz yeteneği, dünya çapında bir üne kavuşması, başarıları, aşkları, asaleti, güzelliği önce ona taparcasına hayran bir müzik öğretmeninin gözünden, daha sonra da uzun süre görüşmediği kızı Arya’nın gözünden anlatılmış. Bir hayat anlatısının farklı bakış açılarıyla ortaya konulmasının doğal bir gereği olarak romanın parçalı bir yapısı var. Roman önce üç büyük başlığa ayrılıyor: Diva, Arya, Toplayıcı.

 

İlk başlıkta Diva’nın muhteşem hayatını önce onun gözünden izliyor okur. Kendi hayatı üzerine düşünmeye ancak ileri yaşlarında başlamış bir kadın, Aliye Sema. Bir gün bitpazarında onun çocukluk fotoğraflarıyla dolu bir zarf bulan hayranı, bu fotoğraflar üzerinden ona muhteşem bir hayat hikayesi yazmaktadır. Yine de bu karakterin Aliye Sema’ya biçtiği muhteşem yaşantı değildir okuduğumuz. Bu hayran, kitapta Toplayıcı olarak adlandırılarak okurla arasına belli bir mesafe konulmuş. Yazar, Toplayıcı’nın düşündükleri ara başlıklar altında farklı bir font kullanılarak belirtilerek hem onu gerçek hayat öyküsünden ayırmış hem de romanı kendi içinde parçalara bölmeyi tercih etmiş. Romandaki bir diğer bölümleme tekniği ise Aliye Sema’nın anılarıyla bu anılar üzerine düşündükleri arasında yapılmış. Diva başlıklı bölümün anlatıcı karakteri Aliye Sema, Toplayıcı’nın getirdiklerine bakarak hayatı üzerine düşünürken hayatını yeniden yazmaya başlar. Geçmişin bu yeniden yazımı italik biçimde belirtilerek yine gerçeklikten keskin biçimde ayrılmış olunur yazar tarafından. Bu ayrımın yazar tarafından böylesine vurgulanması okuru gerçeklik üzerine düşündürmek içindir. Toplayıcının bulduğu çocukluk fotoğraflarında süslü elbiseleriyle tıpkı bir prenses gibidir, Aliye Sema. Oysa onun hafızasını okuduğumuz bölümlerde bu elbiselerden nefret ettiğini öğreniriz. Yalnızca bunu öğrenmekle kalmayıp hatıraların gerçeklikleri üzerine de düşünmeye başlarız baş karakterle birlikte. Sorgulanan geçmişin hasıraltı edilmiş gerçekleri Aliye Sema’nın zihnini rahatsız etmeye başlar. Böylece ilk bölüm hafıza yoklandıkça sezilmeye başlanan bir gizemin yarattığı gerilimle son bulur.

 

Romanın ikinci bölümünün anlatıcısı, primadonnanın uzun yıllar boyu görüşmediği kızı Arya’dır. Romanın diğer bölümleriyle kıyaslandığında hem hacim hem de anlatım olarak öne çıkmaktadır bu bölüm. Yazar yaşanılan hayat ile üzerine düşünülen hayatı bu bölümde de ayırır. Amerika’da antropoloji okumuş, Maya-Aztek etnik müziği üzerine çalışmış Arya’nın, doğduğu toprakların müziğini keşfetmek ve kaydetmek üzerine çıktığı yolculuk annesinin yeniden yazdığı hayat hikayesini de aydınlatacaktır. Yazar ilk bölümün temaları olan kendini kurgulamak, anne-kız ilişkisi gibi konuların ışığında Türkiye’nin gizli kalmış tarihini ele alır bu bölümde. Aliye Sema’nin doğduğu topraklar olan Dersim’in etnik müziğini anlamak için o toprakların tarihini de bilmek gereklidir. Tıpkı kişisel tarih gibi resmi tarih de ortaya çıkan gerçeklerle yeniden yazılacaktır.

 

Yazar tarihle hesaplaşmayı üç karakterin gerçeğe verdikleri tepkiler üzerinden gösterir.

 

Neşe Pelin Kaya

 

 


Oya Baydar ile söyleşi

 

 



Esin Hamamcı: Kedi Mektupları’nda, sahiplerinin üstlerine ya da eşyalarına koku bırakarak birbirlerine gönderdikleri mektuplarla anlaşan kedileri görüyoruz. Mektuplar okunurken bir yandan da kedilerin sahipleri ve romanın geçtiği dönemin sorunları hakkında bilgi ediniyoruz. Arka plandaki olayları kedinin gözünden anlatma fikri nasıl oluştu?


Romandaki kedilerin hepsi yakından tanıdığım gerçek kedilerdi. Nina mesela benim kedimdir.  Kediler açısından bakarsak, biyografik bir roman olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki asıl anlatmak istediğim 1980’lerin sonlarında sosyalist dünyanın çöktüğü günlerde, sürgündeki bir grup Türkiyeli sosyalistin sorunları ve yaşamlarıydı. Bunu en yumuşak, en eğlenceli ve gerçekçi şekilde kedilerin gözünden anlatabileceğimi düşündüm. Ve tabii ki romanın ana kahramanı Nina’nın da belirttiği gibi: “Bu kitapta kedilere ilişkin dişe dokunur yeni bir şey yok, ama insanları yakından tanıyıp anlamak isteyen kediler için çok yararlı bir kaynak.”



Esin Hamamcı: Roman, insanlar ve hayvanlar olarak iki farklı dünyaya ayrılıyor. Farklı iki dünyayı ortak noktada buluşturacak fikir neydi?

 


İki farklı dünyadan çok, kedilerle insanların birlikte yaşadıkları bir dünya var ve o dünyada olup bitenlere çok farklı açılardan, farklı objektiften bakan iki farklı tür: Kediler ve insanlar var. İnsanların temel sorunu ve trajedisi olan “Hayatın anlamı nedir?” sorusunu hiç sormayan, yaşamı bütün doğallığıyla yaşayan kedilerin, sahiplerinin dertlerini anlama, sırlarını çözme çabaları romandaki buluşma noktasını oluşturuyor.


Damla Şengül: Hiçbiryer'e Dönüş'te birden fazla anlatıcı kullanıyorsunuz. Eserinizi bu şekilde kurmanızın sebebi nedir?



Sadece Hiçbiryer’e Dönüş’te değil, mesela Erguvan Kapısı’nda da dört ayrı anlatıcı var. Aynı olayları her biri kendi dillerinden, kendi bakışlarıyla, bazen birbirleriyle çelişerek anlatıyorlar. Bu, metnin konusuna ve duygusuna bağlı bir tercih. Böyle bir anlatım, roman kişileriyle okurun aracısız, doğrudan buluşmalarını sağlıyor, metne içerden hâkim olma olanağı yaratıyor gibi geliyor bana. Hiçbiryer’e  Dönüş özel bir metin. Bu metni gerek dilin şiirselliği gerekse duygu yoğunluğu açısından bugüne kadar aşamadığımı düşünüyorum. Bunu, anlatıcıyı tekleştirmeyerek, hatta anlatıcılara ad bile vermeyerek metnin özünü, duygusunu en iyi, en rahat nasıl anlatabilirsem öyle aktararak yapmaya çalıştım.


Damla Şengül: Hiçbiryer'e Dönüş'te başkahraman yenilgi ve kayıplarla tek tek yüzleşiyor. Bu, 80 dönemi siyasi hareketiyle bir yüzleşme olarak görülebilir mi?


Kitaptaki kahramanlar siyasi hareketle değil, kendileriyle ve hayatın anlamıyla yüzleşiyorlar. Anlatının odağında birey insan var. Bu insanlar kaderlerini de belirleyen  bir dönemin ve ortamın izlerini taşıyorlar.  Yüzleşmeyi 80 dönemiyle ve belli bir hareketle sınırlamamak gerektiğini, daha evrensel boyutta bir şeyler anlatmaya/aktarmaya çalıştığımı düşünüyorum.



Abdullah Ezik: Fethi Naci gibi eleştirmenlerin de üzerinde durduğu, Sıcak Külleri Kaldı romanında görüldüğü gibi kendini geri çekmeyen, siyasi hadiselerden uzaklaşmayan bir yazarsınız. Bu roman göz önünde bulundurulduğunda siyasetle edebiyat ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?


Basit ve yüzeysel anlamıyla gündelik siyasetten söz etmiyoruz tabii. Siyaseti tarihsel-toplumsal akış ve iktidar olgusu anlamıyla kavrarsak, homo politicus’a varırız. Yani bilerek bilmeyerek hepimiz bu anlamda siyasetin içindeyizdir ve siyaset kaderlerimizi belirler. Uzayda geçen bir macera da yazsak geniş anlamda siyasetin göbeğindeyizdir.


Yine de siyaset-edebiyat ilişkisi sorunludur.  Bıçak sırtında yürümek gibi bir şeydir. Gündelik siyasetin gözlükleriyle bakıp; insanı anlatmak yerine kafanızdaki siyasi düşünce ve şablonları metne dökerseniz edebiyatın dışına çıkarsınız; kahramanlarınız konuşan kuklalardan ibaret kalır. Propagandif, didaktik bir metin çıkar ortaya. Sıcak Küllere Kaldı’da, siyasal gelişmeler ve siyasal atmosfer oyunun sadece dekorudur. Anlatılan birey insanın, iktidar çarkları arasında nasıl öğütüldüğünün hikayesidir, bu yönüyle de evrenseldir.



Abdullah Ezik: Sıcak Külleri Kaldı'da anlatım olarak sıklıkla birinci ve üçüncü tekil şahıslar arasında geçiş yapılıyor. Romanda bu geçişleri neye göre belirliyorsunuz?


Birinci tekil şahsı, karakterin iç konuşmasını, duygularını aktarmak, derinleştirmek için kullandım. Bir çeşit bilinç akışı yöntemi. Ama doğrusunu isterseniz, hesaplı kitaplı bir geçiş değil bu; anlatımda akışı daha iyi sağlamak, anlatının ruhunu daha iyi, daha etkili aktarabilmek için, yeri geldiğinde yaptım. Kolay bir kurgu değildi. Bir Fransız eleştirmenin belirttiği gibi bir Matruşka ya da lahana yaprakları gibi, anlatım birbirinin içinden çıkan katmanlara sahipti. Fire vereceğinden korktum ama, gerek Türkiyeli okur gerekse yabancı (özellikle Fransız) okurdan gelen geri dönüşler olumluydu.


Uğur Erden: Erguvan Kapısı’nda, Ülkü, Derin, Teo, Kerem Ali isimli karakterlerin sürekli bir arayış ve kendini keşfetme durumu içerisinde olduklarını görüyoruz. Bu bazen kendini “örgüt”le tanımlama, bazen kendini “örgüt”ten kurtarma, bazense ölmüş bir çocuğu, babayı veya tarihi bir sur kapısını arama gibi farklı şekillerde somutlaşıyor. Tüm bunlar ise bir birey olma mücadelesine varıyor. Peki, nedir bu birey olma mücadelesi?

 

Kısaca; insanın kimlik arayışı ya da insanın kendi ben’ini arayışı diyebiliriz. Erguvan Kapısı’ndaki bütün karakterler  yaşamlarına anlam verecek, onları gerçekten var edecek bir kimlik peşindeler. Bu bazen ölümüne bir arayış da olabiliyor.  Kimisi aşk, kimisi inanç, kimisi devrimcilikle özdeşleştirdiği örgüt, kimisi tarihi sur kapısında simgeleşen köken arayışı üzerinden kimliğini kurmaya çalışıyor. Birey olmak kimlik sahibi olmakla, yani kendini gerçekleştirip var olmakla eş anlamlıdır. Hepimiz  bu arayış içindeyizdir.



Uğur Erden: Erguvan Kapısı’nda Kerem Ali’nin sürekli vurguladığı “feda kültüründen” tutun da, Teo’nun Erguvan Kapısı'nı ararken ölmesine kadar birçok ölümle karşılaşıyoruz. Bu ölümler tüm sertliği ve soğukluğuyla okurun yüzüne çarpıyor. Eserinizde ölümü neden sürekli göz önünde bulunduruyorsunuz?


İç karartıcı bir yazarım galiba… Ama ölüm, bütün inançlarda, dinlerde ve kültürlerde insanın kafasını en fazla kurcalayan, çözüm bulamadığı, kavrayamadığı konudur. İnsanın trajedisinin kaynağıdır ölüm bilmecesi. Feda kültüründe, şehitlik, kahramanlık anlatılarında ölüm yüceltmesi vardır çünkü insan bir yandan ölümle barışmaya, bir yandan da hayatına ölümüyle de anlam kazandırmaya çalışır. Ölüm oruçlarının anlamı da budur aslında.


İpek Bozkaya: Çöplüğün Generali'nde ele alınan konu itibariyle, romanın oluşmasında gelişmesinde etkileyici olan kaynaklardan söz eder misiniz?

 

Çok farklı, tümü de konjonktürel okumalar yapıldı ama Çöplüğün Generali’nin ana teması; despotik iktidarların toplumları Üç Maymun’a çevirmeleri ve resmi tarihlerin gerçekleri unutturmak üzerine kurulu mitler olduğudur. Unutuyoruz, unutmamız isteniyor, unutturuluyor. Edebiyatın bir işlevinin de unutmaya, unutturmaya karşı durmak olduğunu düşünüyorum. En azından benim edebiyatım böyle…


 
İpek Bozkaya: Çöplüğün Generali bir karşı-ütopya ve karşı-ütopyalarda çoğu zaman kurgu dilin önüne geçebiliyor. Siz bu romanı diğer romanlarınıza kıyasla dili açısından nasıl değerlendirirsiniz?


Çöplüğün Generali
bir distopya, toplumsal-siyasal olduğu kadar, aynı zamanda ekolojik bir distopya (karşı ütopya). Kurgunun dilin önüne geçtiği, diğer metinlerimde şiirli, müzikli olmasına gayret ettiğim dilin yerini burada düz ve kuru bir anlatı dilinin aldığı doğru. Bu bir zorunluluk muydu, bilmiyorum. Belki de benim yetersizliğimdir.

 


Neşe Pelin Kaya: O Muhteşem Hayatınız adlı kitabınızda hayatı yeniden okumanın aslında biraz da onu baştan yaratmak olduğunu görüyoruz. Sizce bu edebiyatta da böyle mi? Okurlar kitapları yaratabilir mi?

 

Tam da böyle işte: Hayatı hatırlarken de, yazarken de, romanda okurken de yeniden yaratırız. Daha da önemlisi: Farklı şekillerde, kendi kalıbımıza dökerek yaratırız. Roman yazarının yaptığı budur zaten. Okurlara gelince, evet, okur da romandaki hayatı kendi alımlamasına göre yeniden yazar, kitabı yeniden yaratır. Bazen okurlarla romanlarım üzerine konuşurken, benim düşünemediğim, farkında olmadığım algılama ve alımlamalarına şaştığım oluyor. O zaman bir metnin çoğulluğunun ne anlama geldiğini, tek metinden herkesin kendi metnini, kendi romanını yarattığını anlıyorum.



Neşe Pelin Kaya: Siz hayatınıza dair fotoğrafları, günlükleri, kayıtları ne derece saklıyorsunuz? Bunların yayımlanmasını yahut "Toplayıcı" adlı karakterin yaptığı gibi yeniden yazılmasını ister misiniz?

 

Hiçbir şey saklayamayan, arşivciliğin a’sını beceremeyen biriyim.  Evde kendi kitaplarımdan, zamanında yaptığım edebiyat dışı çalışmalardan, araştırmalardan tek bir nüsha bulamadığım bile oluyor. Neleri attığımı, neleri unuttuğumu, ona buna dağıttığımı, yok ettiğimi düşününce hem üzülüyorum, hayıflanıyorum,  hem de hatırlayınca utanıyorum.  Toplayıcı bu yüzden de beni çok etkilemişti. Sonra tanıştık onunla, elimde ne kaldıysa ona verdim. Belki de bilinçaltı bir kendinden kurtulma, izini kaybettirme isteği bu.



Yağmur Yıldırımay: Yetim Kalacak Küçük Şeyler’in girişinde “Yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımızın anlık duygusudur gerçek 'ben',” diyorsunuz. Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de bir flaş patlaması gibi sıralanan, gerçek “ben”inizi ortaya koyduğunuz “an”ları saklamadan, olduğu gibi paylaştınız okurla. Böylelikle özgürleştiğinizi söyleyebilir miyiz, yoksa daha başka bir duygu mu var işin içinde?

 

Belki de yaşlanmak vardır işin içinde. Bu dünyadan gitmeden önce  gerçek “ben”den birşeyler bırakma isteği… An’larımın hepsi sansürsüz, hepsi doğru. Okur karşısında çırılçıplak kalmak gibi bir şey. Biraz da pişman olmadım değil yayımlandıktan sonra, keşke öldükten sonra yayımlansaydı diye düşündüm. Ama, “ben”in  varolması güdüsü galip geldi demek ki.


Yağmur Yıldırımay: An”larınız genel anlamda, insanın karşılaştığı haksızlıklar, bunlara karşı aldığı tavır, hor görülmüşlük ve vicdan üzerine kurulu. Aslında kendinizden yola çıkarak koskoca bir coğrafyayı anlatmışsınız.

 

Gerçek “ben”imiz, tekil mahremimiz koskoca bir coğrafyadır aslında. Hele de dünyanın, insanın, çağın bütün trajedisini içimizde duyuyorsak ve acıların karşısında çaresiz kalıyorsak… Benim kuşağım savaşsız,  sömürüsüz, daha aydınlık, daha iyi bir dünya yaratmak için çıkmıştı yola. Ömrümüzü bu ütopyaya verdik. Dünyanın ve ülkenin bugün vardığı nokta bana ağır geliyor. Bu yüzden an’larımın çoğu vicdan sızlamasını, haksızlıklar karşısında isyanı, insanın acıları karşısında duyduğum çaresizliği dile getiriyor.


Dilber Meryem: İçinde bulunduğumuz siyasi atmosfer düşünüldüğünde Surönü Diyalogları’nın şimdiyi anlatmaktaki ustalığını görmek ve okuyan herkese kendini sorgulattırdığını tahmin etmek mümkün. Acılara, ölümlere ve yıkımlara ses olan bu eserin, devrine ayna tutmasıyla ilerde nasıl bir değere sahip olacağını düşünüyorsunuz?


Diyaloglar okuyanlara kendini sorgulama olanağı veriyor; doğru. Ben de yazarken sürekli olarak kendimi sorguladım. Ancak, her iki tarafta da böyle bir sorgulamaya, kendisiyle hesaplaşmaya hazır olmayanlar var. Onların tepkisini çekti. Kitabın bir bölümünde tam da bu konu tartışılıyor zaten.



Unutturulmak istenen çok acılı bir dönemin doğrudan tanıklığı olduğu için, tarihe not düşmek anlamında, ilerde bugünkünden daha önemli olacağını, farklı bir gözle okunacağını düşünüyorum.


Dilber Meryem: Surönü Diyalogları'nda metnin formuna bakıldığında, kitabın adında da ifade edildiği şekilde diyaloglarla oluşturulduğu görülüyor. Karşılıklı konuşmaya dayalı bir teknik kullanmanızın nedeni, bu tekniğin sorgulamaya elverişli olması mı?


Diyalog tekniği sorgulamaya elverişli olduğu kadar, aynı olayı / konuyu iki farklı ve çoğu zaman karşıt bakışla irdeleme imkanı da veriyor. Yapmak istediğim tam da buydu.


 

 


 

 

 

Görsel: Fırat Bilal

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.