Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Sinema // Şairsiz Şiir




Toplam oy: 611
Jarmusch’un filmi, hem gösterişli ışıklardan uzak duran taşra şehrine hem de yazma ediminin kendisini her şeye yeğ tutan insanlara bir güzelleme.

New Jersey eyaletinin sıradan bir kenti Paterson. New York’a çok uzak bir mesafede değil ama onun spot ışıklarından hayli uzakta. Durağan bir taşra kenti. Şelaleleriyle, bir de Amerikan şiir tarihine geçmiş şairleri William Carlos Williams’la övünüyorlar. Jim Jarmusch’un yeni filminin ismi Paterson, yalnızca bu kentin değil, William Carlos Williams’ın beş ciltlik şiir kitabının da adı. Filmin başrolündeki otobüs şoförünün adı da Paterson. Jarmusch’un bu karakter için ilham aldığı Williams da aslında bu iddiasız şehrin iddiasız çalışma hayatının bir parçası. Yıllarını bir hastanede geçiren emektar bir doktor.



Jarmusch sinemasının sadık bir izleyicisiyseniz, onun neden 1950’ler Amerikan şiir sahnesinin en hip figürlerini barındıran Beat kuşağından ya da New York ekolü şairlerinden değil de, New Jersey’de mütevazı bir hayat süren bu doktor-şairden ilham aldığını kavramanız zor olmaz. Yalnızca Jarmusch’un çekebileceği bir film Paterson.



“Anlat, fikirlerle değil şeylerle/ Yalnızca evlerin yalın cepheleriyle” (çeviri bana ait)... William Carlos Williams’ın “Paterson” adlı muazzam uzunluktaki eserinde geçen dizeler, bir anlamda Jarmusch sinemasının da özeti. Onun sineması, çoğu zaman sığ gelebilecek bir düzlemde gözlemler anlattığı hikayeleri. Fikirsel bir derinlik bulmak zor gelebilir. Şehirde kulak misafiri olunan sohbetler, alt kültüre mensup karakterlerin sigara gibi gündelik nesneler üzerine uzun uzun tartışmaları, pek bir sır vermeyen kısa ve kesik diyaloglar, duygusal olarak rengini belli etmeyen tipler... İlginç bir şekilde, bu satıhta gezinir gibi duran kameranın kendisi, üslubun baş belirleyicisi olur Jarmusch’ta. Yine Williams’ın dizelerine atıfta bulunacak olursak, Jarmusch “evlerin yalın cepheleri”nden öte bir şey göstermemeye sanki özellikle gayret eder. Bu şekilde üslubunu yalınlaştırır, çiğ duygulardan arındırır. Fiyakalıdır ama yapmacıksızdır onun imgeleri. Kelimelerini seyrelterek imgelerini sadeleştiren bir şair gibi, o da yüzeylere teğet geçen, yüzlere, havada salınan diyaloglara odaklanan üslubuyla kendi sesini bulur. Üstelik bu üslup, onun her filminde beliren hayat duruşunun; hıza, tüketime, rekabete, başarı odaklı dünyaya karşı bir dingin yaşam savunusu sunan, Doğu felsefeleriyle yakından bağlantılı bir evren kavrayışının da yansımasıdır.


Şiirini şehirle besleyen otobüs şoförü

 

Bir şekilde hem kaba hem de kırılgan ve incelikli durmayı başaran bedeniyle Adam Driver, işte böylesi bir Jarmusch karakterine, haftanın 5 günü sabahın 6’sında kalkıp otobüs garında iş başı yapan, tekdüze hayatının içinde günün belli vakitlerinde not defterini açıp birkaç satır karalayan bir karaktere hayat vermek için en iyi seçim.  Adam Driver’ın canlandırdığı bu kendi şairliğini kabul etmeyen şair, Dead Man’de ya da Ghost Dog: The Way of the Samurai’da gördüğümüz karakterlerden izler taşıyor. Otobüs şoförü Paterson, Jarmusch’un hayat duruşunun cisimleşmiş hali bir nevi. Paterson, her sabah kalkmak için kendi bedeninin saatine güveniyor. Eski bir analog saati komodinin üstünden alıp koluna takarak gününe başlıyor. Ne cep telefonu var ne de bilgisayarlarla arası iyi. Kendisi analog bir makineymiş gibi her gün aynı rutini devam ettirmesini biliyor. Ama öyle duygusuz, mekanik biri değil. Hislenme anlarını, duygularını, coşkulanmalarını bu tekerrür üzerine kurulu hayattan çıkarıyor Paterson. Şiir yazmak için öyle büyük ilham anlarını beklemiyor, şehrin seslerinin kulaklarında bir süre birikmesi; otobüse binip inen yolcuların rastgele dertlerine kulak kesilmesi yetiyor. O anlarda kafasında bazı cümleler kuruyor. Otobüs seferlerinden fırsat bulduğunda bir köşede not defterini açıp onları not ediyor.

 

 


Yazdıklarının niteliği hiçbir zaman bir endişe kaynağı değil Paterson için. Şiir yazma eyleminin kendisinden mesut; şiirlerini yayımlatmak, binlerce kişiye ulaştırmak kaygısıyla hareket etmiyor. Bir şair kimliğinden ziyade yazarken yaşanan hislenme, tutku dolu ama dingin, dengeli duygu ona yetiyor. İşte Jarmusch’un filmi, hem bu gösterişli ışıklardan uzak duran taşra şehrine hem de onun içinde ürettiklerini gösterişli sahnelere taşımak zorunda hissetmeyen, yazma ediminin kendisini her şeye yeğ tutan insanlara bir güzelleme. William Carlos Williams’ın kendini bir şairden ziyade şehirde olup bitenleri söze döken bir tür aracı, bir tür haberci gibi konumlayan şiir ekolüne de bir güzelleme bu elbette. Otobüs şoförü Paterson da Williams gibi şiirini şehirle besliyor. Kendi dizelerini sokakta duyduklarından üstün tutmuyor. İkisi birbirinin ayrılmaz parçası. Yazdıklarıyla ünlenip bu şehirden ayrılmayı da arzulamıyor Paterson. Her sabah sevdiği kadının yanında uyanmayı, akşam köpeği yürüyüşe çıkarmayı, aynı barda bir bira içmeyi ve tekerrürün verdiği huzuru her şeye tercih ediyor. Bol tekrarlı bir hayat, ama yavan ya da iç boğucu değil. Belki tekdüzelikten ziyade yavaşlık tanımlıyor bu hayatı. Filmin ilhamını New Jersey’den çıkan belki de en meşhur şair olan Allen Ginsberg’den değil de William Carlos Williams’tan alması manidar elbette. Hayatını bitimsiz bir coşkunluk ve taşkınlık üzerine kurarak bu esrime anlarını kağıda döken ve New York sanat camiasının kalbine düşen Ginsberg ve arkadaşlarının aksine; haftanın yedi günü değişmeyen otobüs sefer saatleri gibi katı çizelgelerin ortasındaki sessiz hislenme anları söz konusu Paterson’da.


Kibrit kutuları

 

Jarmusch’un Paterson’la (hem şehirle hem de karakterle) özdeşleştirdiği bu duruş, arızalı, her gittiği yerde kalıplardan taşan, vahiy gibi inen ilham anlarında yazarak bu dünyanın dışında bir yerden konuşan şair/yaratıcı mitine karşı da söylenmiş bir söz aslında. Paterson işten gelip akşam saatlerinde evinin bodrumundaki daracık alanda çalışırken, üstelik en üretken şekilde dizelerini not defterine dökerken, sevdiği kadın gelip de yazma eylemini yarıda kesince yüzünde en ufak bir hayal kırıklığı tonu bile belirmiyor şairin. Paterson’ın dünyasında yazmak ile gündelik işler arasındaki hiyerarşiler kalkmış. Evi paylaştığı sevgilisinin büyük bir aşkla ve özenle ürettiği cupcake’lerin mahalle pazarında sevilmesi de en az onun bir şiirinin okunup beğenilmesi kadar önemli. Onun şiir yazmasıyla sevgilisinin perdelere desenler çizmesi ya da kapı kirişlerini boyaması arasında bir fark yok. Tam olarak böyle bir hiyerarşisizlik sayesinde, ağırlaştırılmış ve hırslardan azade bir rutinin içinde Paterson, bir kibrit kutusunu eline alıp uzun uzun onun üzerine yazmayı deneyebiliyor. Oradan çok büyük fikirler, muazzam lirik cümleler de çıkarmıyor. Ama “şeylerin cepheleri”nde asılı duran bir şeyler var ve onların diline yakınlaşmak için Paterson gibi yavaşlamak ve dünyanın hırsından elini çekmek gerekiyor. 



William Carlos Williams’tan alıntıladığımız satıra dönersek. Amerikan şiiri üzerine çalışan pek çok tarihçiye sorarsanız, “Anlat, fikirlerle değil şeylerle” dizesi bir kırılma noktasıdır. 20. yüzyıl şiirini derinden etkileyen bir dize. Oysa, Williams’a, Jarmusch’a ve de Paterson’a sorulsa, bu dizenin kibrit kutusu hakkında yazılan satırlara üstünlüğü yok diyeceklerdir muhtemelen. Yine bu dizeyle, filmde Paterson’ın yolda karşılaştığı onlu yaşlarındaki çocuğun not defterine karaladığı satırlar arasında bir seçim yapmayacaklardır. Hatta, Amerikan şiir tarihine geçmiş satırlarla Paterson’daki bir şehir hatları otobüsünde rastgele işitilen cümleler arasında bir kıyaslama yapılamayacağından söz edeceklerdir. Her şeyin eşitlenip edebi olanın anlamsız hale geldiği bir dünya değil bu; şiirin öznesinin her türlü kurumsal yükünden arındığı bir yatay düzlemin şiirini duyumsuyor Paterson.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.