Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Televizyon // Bilgi çağında bildiğiniz gibi olmayan kızlar




Toplam oy: 947
Girls, dünyanın çoğu yerinde çoğu kişiye eften püften görünen, bu nedenle kimsenin üzerinde konuşmadığı bir konuyu gündeme getiriyor; bedel ödemeye alışık olmadığı halde kendisine çocukluğu boyunca, eğer isterse hayallerini gerçekleştirebileceği söylenmiş olan gencin trajedisi.

Ocak ayında dördüncü sezonu başlayan Girls, Judd Apatow’un yapımcısı olduğu bir HBO dizisi. HBO 2012'de 24 yaşındaki yazar Dunham’a ekranı emanet ederek bir kez daha öncü tavrıyla takdir toplarken, ilk zamanlarda feminist kalplerde taht kuran Lena Dunham az sonra aktaracağımız nedenlerle gitgide bir “persona non-grata” haline geldi. Dizinin son dönemde düşen reytingleri, yazar ile yapıtı birbirinden ayırmanın bu örnekte özellikle zor olduğuna işaret ediyor. Dunham’ın yazdığı, yönettiği ve başrolündeki Hannah Horvath’ı canlandırdığı Girls, New York’ta 20’li yaşlarını süren orta sınıf mensubu dört kadının kariyer kurma mücadelelerinden aşk hayatlarına ve arkadaşlık ilişkilerine, yetişkinliğe geçerken kendilerini var etme çabalarını ele alıyor.

 

Girls’ün Hannah’sı yazarlık kariyerine atılmak isteyen, “kendi kuşağının sesi olmayı,” daha doğrusu “bir kuşağın seslerinden biri olmayı” umut eden 20’li yaşlarında genç bir kadın. Genç bir kadın olma durumunun anlatıdaki en önemli çatışmaları sırtlandığı dizide, Hannah ve üç yakın kız arkadaşı -Marnie, Shoshanna ve Jessa- genç birer kadın, yani kendilerince "dezavantajlı" bir demografinin mensupları olarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Hem bu dört kız hem de dizideki çevre karakterlerin çoğu tiyatro, müzik, edebiyat gibi alanlarda kariyer yapmayı düşlüyorlar. Girls ve yaratıcısı Lena Dunham, başından beri, beyaz, orta sınıfa mensup üniversite mezunu New York’lu kızların mızmızlanmaya hakkı olmadığını düşünenlerin eleştirilerine maruz kaldı. Halbuki Girls’de, “tuzu kurular ile şımarıklar”ın karşı karşıya geldiğini gördüğümüz, dergilerde yevmiyesiz stajyerlik, sanat galerisinde daimi asistanlık, iletişim çağı paradigmasının bir nebze daha karmaşık hale getirdiği aşk ilişkileri gibi sınavların sosyal sınıfa ya da alım gücüne bağlı olmadığını, hatta yalnızca ABD’ye ya da daha da özel bir örneklem sahası olarak New York’a ait olmadığını biliyoruz. Başta Hannah olmak üzere tüm karakterlerin ortak noktası kafayı fena halde kendileriyle bozmuş olmaları; bu narsisizm, dizinin dört yıl önceki başlangıcından bu yana gitgide bencilleşen, birbirlerine ve dünyanın geri kalanına karşı artık neredeyse “filtresiz,” doğrudan bir zalimlikle hitap etmeye başlayan kişilerle baş başa bırakıyor izleyiciyi. Kolay kolay sempati uyandırmayan, eksiklikleriyle ve zafiyetleriyle tanımlanan karakterlere The Wire’dan Sopranos’a, Curb Your Enthusiasm’a hepsi de tıpkı Girls gibi HBO’da yayınlanmış çığır açan dizilerden alışığız. İzleyenlerin ve eleştirmenlerin canını sıkan esas mesele, Girls’ün sınıfsal ayrıcalıklara sahip karakterlerinin dizinin başlangıcından bu yana yapay addedilen bir mağduriyet pozisyonu işgal ediyor olmaları.

 

Sınıflar arası hareketliliğin hem aşağı hem de yukarı yönde, hızlı ve eskisine göre kolay olduğu toplumlarda, görece müreffeh ailelerden gelen gençlerin üniversiteden mezun olur olmaz çeşitli ayrıcalıklarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaları sürpriz değil. Özellikle iletişim veya kültür-sanat alanlarında çalışmayı isteyenler, kariyerleriyle ilgili karar alırken gösterebildikleri özgüveni, çoğunlukla ailelerinin sağladığı yaşam standardına borçluyken, o kariyeri başlatmak ve sürdürmek ve esasen ailenin sunduğu standartları kendileri için kendi başlarına sağlamak konusunda zorlanıyorlar. Genellemeden kaçınarak ifade edelim; Girls, yetişkinliğe geçiş anksiyeteleri arasından spesifik bir anksiyete seçmiş, dünyanın çoğu yerinde çoğu kişiye eften püften görünen, bu nedenle kimsenin üzerinde konuşmadığı bir konuyu gündeme getiriyor; bedel ödemeye alışık olmadığı halde kendisine çocukluğu boyunca, eğer isterse hayallerini gerçekleştirebileceği söylenmiş olan gencin trajedisi. Girls'e hâkim olan teklifsiz, hazırcevap dil, özel hayatın neredeyse tamamen şeffaf hale gelişi, kandırıldığını anlayan fakat bunu dünyaya ilan etmeyi faydasız bulan kişinin öfkeli, alaycı, yıkıcı tavrından ileri geliyor olsa gerek; bir de dünyanın kendisinden bunca yıl gizlemiş olduğu bilginin, yani bedel ödenmesi gerektiğinin ortaya çıkmasıyla artık hiçbir sırrın saklanmaya değer görülmemesinden... Yine de Girls ile ilgili kafamızda bir tuhaflık var, sanki Girls, karakterlerinin tüm açıksözlülüklerine ve acımasız içtenliklerine, tüm o şeffaflık iddiasına rağmen aslında göründüğü gibi değil. 

 

Yeni bin yılın Anais Nin'i

 

 

 

Hannah'nın standart güzellik algısının sınırlarını zorlayan vücudunu sergilemekten kaçınmaması, Lena Dunham'ın, genç kadınları başarıya götüren yolların kesin kurallarla belirlenmiş olduğu bir sektörde karakterinin ve bedeninin normatif çerçevede kusurlu sayılan yönlerini ifşa edişi, dizi dördüncü sezonuna ulaştığına göre zafer kazanmış bir meydan okuma. Fakat Dunham'ın verdiği diğer mesajlar bu kadar net değil. Girls, konu edindiği gençlik, kadınlık, kültür endüstrisinde kariyer yapma çabası gibi konuları ele alışında, benzer temalara sahip olan ve yine New York’ta geçen Sex and the City’ye ya da Mad Men’e göre daha “ilerici” mesajlar içeriyormuş gibi görünüyor. Fakat bildiğini okuyan, hayatlarını kendi kurallarına göre idare eden genç, "güçlü" kadınların yanında, cinsel hayatlarında boyun eğen, tecavüze uğrayıp bunu hiç konu etmeyen kadınlar da mevcut. Hannah'nın gelgitli âşığı Adam'ın başka bir sevgilisiyle tek taraflı bir sado-mazo birleşme yaşaması ve bunun anlatı içinde sorunsallaştırılmaması, yani kadının rızasının ve niyetinin hiçe sayılması tepki çeken örneklerden biri. Lena Dunham, bu rıza ve niyet konularının 21. yüzyılın kitle iletişim olanakları çerçevesinde yeniden düşünülmesini, tartışmaya açılmasını istiyor fakat kışkırtıcı ve duyarsız dili, bir zamanlar kendisine fazlaca önem veren kitleyi uzaklaştırmış, otobiyografi saplantısı verimli olabilecek bir tartışmayı şahsi sahaya çekerek o ilk olumlu amaçtan saptırmış durumda.

 

Lena Dunham, bir otobiyografi yazarı. Girls’deki Hannah Horvath’ın sesi tıpkı Dunham’ın Kasım 2014’te yayımlanan Not That Kind of Girl: A Young Woman Tells You What She's "Learned" (Sizin Bildiğiniz Kızlardan Değil: Genç Bir Kadın "Öğrendiklerini" Anlatıyor) adlı otobiyografisindeki yazarın sesi gibi yüksek, tabu devirmeye hevesli, cüretkar. Yazar, otobiyografisinde, 7 yaşındayken küçük kız kardeşiyle yaşadığı bir cinsel deneyimle ilgili hazmı zor detaylara yer verince yolun başından bu yana desteğini esirgemeyen feminist çevrede de ofsayt bayrakları kalktı. (Tartışmanın bir özeti için tıklayınız.) Anais Nin'in yaptığı gibi, çoğunlukla kendi deneyimlerini sansürsüz biçimde aktaran yazar, yaş hiyerarşisini ve gençlik fetişini tiye alan bir başlık koyduğu kitabının yayımlanışından bu yana, özellikle sosyal medyada kendini savunmaya çalışıyor ama Girls'ün yeni sezonunun geçtiğimiz haftalarda yayımlanan son bölümünde savunmadan saldırıya geçtiğini gözlemek mümkün.

 

Söz konusu bölümde Hannah, New York'tan ayrılıp yüksek lisans yapmak üzere ABD'nin elit yazarlık atölyelerinden birine, Iowa Yazarlar Atölyesi'ne geliyor ve yazdığı bir öyküyü okuyacağı ilk derste seks sırasında erkek arkadaşının kendisini yumruklamasını isteyen Anna adlı bir kızı konu ediyor. Sınıfta Amerikan edebiyatının yeni bin yıl kuşağına mensup müstakbel yazarları, Hannah'nın okuduğu bu otobiyografik öyküyü değerlendirirken, Lena Dunham'ın Kasım 2014’ten bu yana artan bir yoğunlukta göğüslemeye çalıştığı eleştirileri dillendiriyorlar: "Tuzu kuru bir kızın kendini istismar ettirişinin öyküsü, cinsel istismar kurbanlarının hislerine duyarsız, erkek perspektifini hiçe sayıyor..." Sınıfta Dunham'ın savunmasını dillendiren iki kişi de çıkıyor: "Büyük ölçüde yazarın yaşadıklarından, kendi deneyimlerinden kaynaklanan bir metni nasıl değerlendirmeliyiz?", "Tarihin kendisi kadın perspektifini hiçe sayan bir anlatıyken erkek perspektifini hiçe saymışız çok mu?" sorularını soruyor. Daha sonra kendisini eleştirenlerin istismar kurbanı olduklarına dair şüphesini dile getiren Hannah, başkasının yaşantısını kendi şahsi deneyimlerinin cetveliyle ölçmemek gerektiğini düşündürüyor. Fakat bu mümkün mü? Peki yazdıklarının kendi yaşantısına dair olduğunu, bir öykünün arka planında gerçekten neler bulunduğunu açıklamak yazılan metnin edebi değerine bir katkıda bulunur mu? İşte bu çıkışsız tartışma; özel yaşam kavramını, "fazladan bilgi" addedilen, metne dahil sayılmayan arka planı ve nihayetinde yazının doğasını tekrar tanımlamayı talep ediyor. Yeni bin yıl kuşağının kültürel üretiminde belirleyici rol oynayan kitle iletişim teknolojilerinin Anais Nin'in zamanından bu yana çeşitlenmesi ve gelişimi, yeni olanaklar ve etik tuzaklar tartışmanın görünürdeki çıkışsızlığına tuz biber ekiyor.

 

Nitekim Hannah, sınıfta okuduğu öykünün arka planını anlattığı kişiden, "Bütün bunlar fazladan bilgi," yorumunu alınca, fazla bilgi kavramının iletişim çağında artık geçerli olmadığını söylüyor. Hannah'nın, "Birbirimizi sansürlemeye başlarsak, George Bush'tan farkımız kalmaz," deyişiyle, Lena Dunham, kendisini eleştirenlere, kendinden yola çıkarak yarattığı kurgusal bir karakterin ağzından, bildiği en ağır küfür ile hakaret etmiş oluyor. Bu son derece dolaysız dil, kuru ve acı bir tada sahip savaş üslubu, yalnızca dizinin değil, Lena Dunham'ın da “reytingine” yükseliş mi düşüş mü getirir bilinmez. Tüm bu gürültünün ardında gözden kaybetmemek gereken, kanımca dizinin, kitabın ve yazarın şahsının tartışmaya açtığı elle tutulur konulardır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.