Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Türkçenin kâtibi: Hulki Aktunç




Toplam oy: 1132
Turpları sen yıka Seyfi / aşkı da ben böleyim

 

"Bugün posta günü canım sıkılır" diye başlıyor türkü, diye de sürüyor. Eski türkü, kendime hatırlatıyorum. Bugün 17 Ağustos, büyük depremin üzerinden altı yıl geçmiş. Depremin birinci yılında "Ellerin mektubu gelmiş okunur / benim yüreğime hançer sokulur"“Varlık” dergisi bir dosya yapmıştı. Şair ve hikâyeci Hulki Aktunç da deprem gecesini anlatmıştı: "Evimden kaçacak değildim. Eşimle birlikte oturduk, elektrik kesik olduğu için pilli radyocuğumuzdan bilgi almaya çabaladık. Derken oğlum ile gelinim geldi. Bizim evi terk etmeyişimize şaşırdı ikisi de. Niçin ve nereye gidebilirdik ki? Ana-kız iki kedimizi ne yapacaktık?" Ben de bu köşede 'Deprem Bulaşıcıdır' başlıklı bir yazı yazmış ve bu sözlerinden doğru Hulki'nin gerçek bir şair olduğuna değinmiştim.

 

Hulki Aktunç: Türk şiirinin ve hikâyesinin ustalarından. Daha ilk kitabı Gidenler Dönmeyenler (1976) ile hikâyede genç ve taze bir ustalığı haber vermişti. “Türkiye Defteri” dergisi ve o kitabıyla tanımıştım Hulki'yi ve deyim yerindeyse yazısının hayranı olmuştum. Ama beni hem şaşkına çeviren hem yatıştıran hem de 2-3 yıl boyunca yanımdan ayıramadığım kitabı, 1985'te yayımlanan üçüncü hikâye kitabı Ten ve Gölge'dir. Bu kitap aynı zamanda çok iyi bir şairi de müjdeliyordu. Hem hikâye hem şiir diye okudum Ten ve Gölge'yi. 20 yıldır, birileri benden 'değişik' bir hikâye kitabı adı istediğinde aklıma ilk gelen kitaptır. Geçenlerde 'Madde' şiir akımının kurucularından çok genç şair Efe Murat, koltuğunun altında, bir sahaftan aldığı kitaplarla çıktı geldi, 6-7 şiir kitabının yanında bir de hikâye kitabı almıştı, Ten ve Gölge, çok sevinmiştim. 
İyi şair iyi kitapları da kendisi keşfeder.

 

Hulki Aktunç, şiir kitaplarını yayımlamaya başladığında çoktan hikâyemizin ustaları arasına girmişti. Bu kez de Sır Kâtibi (1989) kitabıyla, şiirin 'genç' ustası olarak beliriyordu. 10 yılda yayımladığı 7 şiir kitabıyla da çalışkan bir usta olduğunu gösterdi. Denemelerini, sözlük çalışmalarını, romanlarını da katarsanız, büyük ve değerli bir külliyatla karşılaştığınızı anlarsınız. Özellikle Islıkla Tarihçe, İnsan Aşklarının Külüdür, Istıraplar Ansiklopedisi ve Bir Şeyin Varoluşu adlı kitapları, tıpkı hikâyede olduğu gibi şiirde de farklı bir deneyimin, aynı anda hem geleneksel hem de modern olmayı başaran avangard bir tutumun en yetkin örnekleridir. Benim için unutulmaz şiirleri olduğu kadar dilimden düşmeyen dizeleri de vardır, Yeşilçam'ın 'dışarlıklı' kahramanlarının adlarıyla yer aldığı bir şiirinden, "Turpları sen yıka Seyfi / aşkı da ben böleyim" dizeleri beni hem gülümsetir hem de hüzünlendirir.

 

Hulki öte yandan reklam yazarlığının ilk edebiyatçı kuşağının da ustaları arasındadır. Yine ‘Varlık’ dergisinin Ağustos 2005 tarihli sayısında 'Yazar nasıl tatil yapar?' konulu bir dosya var. Orada Hulki 'Yazar yazın yazmaz' başlığı altında, elyazısıyla "Ben bu yaz çocukluk hastalığıma döndüm. Resim yapıyorum nisandan beri" diye yazıyor, serginin kasımın ortasında açılacağını müjdeliyor ve "Vira Bismillah" diyerek bitiriyor. Ben de balıkçıların, denizcilerin yeni bir yolculuğa, bereketli bir balığa çıkarken kullandıkları bu 'uğurlar ve hayırlar' dileyen sözlerine katılıyorum. Depremde ana-kız iki kedisini terketmeyen sakin ve bilge şairime, daha nice depremleri atlatacağı inancıyla iyilikler diliyorum. 'Çocukluk hastalığı’nın ürünü olan resimlerinin bize yeni şiirler ilham edeceği o günü sabırsızlıkla bekliyorum. Son hikâye kitabının adı Güz Her Şeyi Bilir'di, ben de bir güzsever olarak biliyorum, güz şairi iyileştirir ve güzün iyiliği bizi kasımda Kuzguncuk'ta buluştırur. Geçmiş olsun sevgili arkadaşım, unutma yalnızca senin yazabileceğin daha nice şiir ve hikâye var hâlâ. Ve o sözcükler yanyana gelmek için senin onları yazmanı bekliyor hala”.


                                       
                                                      *     *     *   



Bu bir portre yazısı mı bilmiyorum, adı “Yüzlerce” ama, galiba dostların gidişleri, anmalar, benim de yavaş yavaş, yoksa birdenbire mi artık, yaşlanmam sebebiyle, portreden çok anı yazılarına dönüşmeye başladı. Ne yapayım bazı yazılar da böyle olacak, ve bunlar da sanırım kaçınılmaz olarak sıklaşacak.

 

Hulki Aktunç’la ilgili yukarıdaki yazıyı, tarihine baktım tam 17 Ağustos 2005 günü yayımlamışım, yazıda da belirttiğim gibi büyük depremin 6. yılında. O zamanlar Radikal’in kültür-sanat sayfalarında “Açık Mektup” köşesini yazıyordum, depremin ardından da “Deprem Bulaşıcıdır” başlıklı bir yazı yazıp, orada yine Hulki Aktunç’tan, ve depremde kedilerimizle ilgili tutumlarımızdan dolayı biraz da kendimden bahsetmiştim.

 

İşte ilk kez Hulki’nin okumayacağı, okuyamayacağı bir yazı yazıyorum ona dair. Ve espri kabilinden bile olsa ‘o yüzden rahat rahat yazıyorum, nasılsa yanlışlarımı görmeyecek!’ diye saçmasapan, hatta yeni çağın icatlarından olan şeyler de söylemek istemiyorum. Ne olacak ki , Hulki 61 yaşında çekip gittikten sonra, tamam, şiiri, yazısı çok değerliydi, iyi de yaşam da değerliydi ve son zamanlarında bu yaşam ona çok acılar verdi. Eh, o olsaydı da ben yine bir ‘geçmiş olsun reis’ filan kabilinden, yine her zamanki şeyleri söyleyeceğim, ama olsun, bak hayattayız ve dahi ayaktayız kaptan kabilinden bir yazı yazsaydım. Biraz önce reis demiştim, şimdi de kaptan, sanırım son yıllaarda Hulki’nin kafasından çıkarmadığı o balıkçı beresi nedeniyle dilime dolaştı bu hitap. Balıkçıdan çok ama, sanki tezgahta balık satan bir adama benziyordu Hulki. Ama yalnızca dilbalığı. Ne fener, ne orkinos, ne ahtapot, ne şu, ne bu, hiçbiri. Tezgahta balıkları vardı daha. Dilden kalma.

 

Ölüm gelince, ansızın gelince, çok gelince, erken, vakitsiz ve niye, gelince, benim de elim ayağım, kalemim dilim dolaşıyor birbirine. Bir de insanın ‘yakin’i olursa, ne söyleyeceğini bilemiyor, hem nerden bilsin! Hulki olsa hak’katen ona sorardım: Usta!



                                                   *       *          *



Türkiye Defteri dergisini yayımlayanlar arasında olması ya da o ekibin içinde olması, o yıllarda yeni ve genç bir ‘Tahiri’ olan benim için değerliydi. Tıpkı Selim İleri’ye olan sevgimde de o derginin payının olması gibi. Kemal Tahir’in düşüncelerini benimseyen Naci Çelik, Taylan Altuğ tarafından yayımlanan dergide Hulki Aktunç’un da varlığı, benim düşüncelerimin de yanlış olmadğının işaretiydi... Öyle miydi ? Sonuna dek öyle kaldı mı, hayır. Hulki belki benden de önce silindi o defterden. Ama olsun, ezberleri sorgulamak, gerçekliğin sürgit aynı kalmayacağını, her koşulda yeniden ele alınması gerektiğini öğrenmiştik ya bir kez. Ben de o kadar uzun kalmadımsa da ‘Tahiri’likte, izleri tüm düşünsel maceramda kaldı. Hulki’nin de kalmıştır sanırım.

 

Gidenler Dönmeyenler ile Kurtarılmış Haziran’ı da o günlerde okumuş olmalıyım. Kendisinin Kemal Tahir’in masasında William Faulkner kitabını görüp, ‘mutlu okur’dan söz etmesi gibi, ben de Hulki Aktunç’u neredeyse katıldığı ilk dergiden, yazdığı ilk öykü kitabından başlayarak okuyan ‘mutlu okur’lardan biri sayıyorum kendimi. Bir ‘mutluluk kaynağı’ olarak yazar. Herhalde hiçbir yazar, şair için kabullenmesi pek kolay olmayan bir tanımdır bu, ama olsun, yaşattıkları mutluluktan dolayı, sanırım biz okurların da böyle bir kaynağa eğilip doyasıya, kana kana su içmeye de hakkımız vardır sanırım. Sonraki sıralama aklımda değil,  ardından bir roman gelmiş olabilir, belki Büyük Argo Sözlüğü, zaten Hulki Aktunç’u Türk okur yazarına tanıtan da bu çalışmadır, ama beni yeniden çarpan, deyim yerindeyse yerden yere vuran kitabı Ten ve Gölge’dir. Yalnızca o kitabı bile yazmış olsaydı, yine hem büyük hem efsanevi bir yazar sayardım Hulki Aktunç’u.

 

                                                *       *         *

 

Ondan önce Hulki’yle yollarımızın yavaş yavaş nasıl kesişmeye başladığından söz etmeliyim. Artık karıştırıyorum, edebiyatçı-reklam yazarı ilk kuşağa mı dahildi yoksa ikinci kuşaktan mıydı o, Süreyya Berfe, Ferit Edgü, Egemen Berköz ve Hulki Aktunç adları, hem solcu olup hem edebiyatla uğraşıp hem de reklam yazarı (o zamanlar metin yazarı) olmak isteyen gençler için sıkı birer gerekçeydi: Onlar da yapıyorlar bu işi ve hem solculuklarına, hem de yazdıklarına zarar gelmedi, gelmiyor! diye savunurduk kendimizi. 1980 olabilir, Cumhuriyet gazetesinde o zamanların tartışmasız en önemli reklam ajansı Manajans’ın bir ‘metin yazarı aranıyor’ ilanı çıktı. ODTÜ’de son sınıfa geçmek üzere olan bir sosyoloji öğrencisiydim. Darbe henüz olmamıştı, darbeden önce bir devrim vardır, düşleri kurduğumuz günlerdi. Ama bir yandan da akademisyen olmak istiyor, olmazsa metin yazarı olurum diyordum kendi kendime, ama bir yandan da devrim olacaktı, yapacaktık, her ne halse, nasıl olacaksa ... Demek ki o zamanlarda da sonraları sık sık olduğu gibi kafam pek karışıkmış, hepsi bir arada olur sanıyormuşum! Fakat en kötüsü oldu, ne devrim oldu ne ben akademisyenliği sürdürdüm, ola ola reklam yazarı oldum sonunda! Ne o , reklam yazarlığını beğenmiyorsun, kötülüyorsun diyen varsa, evet, öyle diyorum, kötülüyorum, 24 yıl yaptım o işi çünkü! Övecek, güzelleme yazacak, tavsiye edecek, kimsenin günahına girecek, bedduasını alacak ve dahi o işi öğretecek değilim!

 

Üniversitenin yurtlarında kaldığım için muhtemelen daktilom yoktu, jandarma baskınlarda alıp götürürdü yoksa, elyazısıyla göndermiş olmalıyım Manajans’a mektubumu. Muhtemelen de şimdi görsem kahkahadan kendimi yerlere atacağım bir ukala mektuptur, neler neler yazmışımdır kimbilir! Kısa bir süre sonra yurt adresine bir zarf geldi, Manajans’tan, açtım baktım, içinde “Başvurunuz ilgimizi çekti. İstanbul’a geldiğinizde sizinle bir öngörüşme yapmak isteriz.” yazıyordu, altında ise Hulki Aktunç imzası vardı, yazı grubu başkanı olarak herhalde, çünkü o zamanlar daha şu kreatif direktör, yaratıcı yönetmen filan gibi unvanlar yoktu. İlk denemem fena değildi, demek ki bu işi yapabilirdim. Ama daha da iyisi altında Hulki’nin, o çok sevdiğim hikayecinin ve ‘Tahiri’ yoldaşımın imzası vardı. Öğrenciydim, bir süre sonra da 12 Eylül darbesi oldu, hepimiz kaçacak delik aradık. Ne reklam yazarlığı, ne sosyolojide akademisyenlik düşleri...

 

Üniversite bittikten sonra, darbenin ikinci ya da üçüncü yılında sanırım, İstanbul’a bir geldiğimde Hulki’yle tanıştık, o zamanlar kendi ajansını kurmuştu, Yaratım, ve yeri de Sultanahmet’te Piyer Loti sokağındaydı, oraya çağırdı beni, gittim, eski konak bozması bir yerdi. O yıllarda Yıldırım Türker orada çalışıyor muydu yoksa yeni mi ayrılmıştı, unuttum, Hulki beni de oraya alacaktı. O günlerde Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesinde asistanlık olanağı doğunca bıraktım hepsini, devrim yapamadık bari akademisyenlik yapalım diyerek memleketin yolunu tuttum.

 

Sonrası uzun hikaye. Reklamcılık var ya işin içinde. Sonunda ‘sektör’de buluşuyorsun tabii, iyi, bari hiç olmazsa iyi insanlarla buluş. Çok şükür çok şükür, öyle oldu. Hem çalıştığım iki patronum, birbirinden iyi, şahane, merhametli, eski adamlardı, hem de çoğu yazar, şair, solcu arkadaşımlarla beraber çalıştım ki, birbirimizin derdinden de dilinden de anlıyorduk, Şükür, geçti, atlattım! Hulki’yle aynı ajansta çalışmadık ama, onlara bir-iki kampanyada yardım ettiğim oldu, sonuç ne oldu, hiç, olsun, çalıştık ya birlikte. Hatırlıyorum Eti bisküleri için bir kampanyaydı: Eti daveti, Eti lezzeti, Eti sohbeti...gibi içinde hep Eti’nin geçtiği durumlar için sloganlar yazmıştık.

 

...Ne tuhaf, yazı birdenbire buraya gelince çöktü, galiba benim gevezeliğime daha fazla dayanamadı, sanırım Hulki’nin ruhuna, yazısına, şiirine eziyet etmemi istemedi daha fazla, öyleyse şöyle bağlamalı: Büyük bir şair ve yazardı Hulki Aktunç. Sır Kâtibi filan tamam da, o dilin de kâtibi, sözün de, Türkçenin kâtibiydi asıl. Belki de asıl henüz söylenmemiş sözcüklerin kâtibiydi ki, ‘sır kâtibi’ demesi de bundan olmalı. Büyük insandı aynı zamanda. Şu kedi meselesi bile yeter bunun için. Oysa ben ya da karı-koca biz, 6. kattan apartopar inip, henüz 8-9 aylık bir kedicik olan Mısır kızımızı depremde evde unutmakta bir beis görmemiştik. Ve ancak saatler sonra aklımıza gelmişti, onun da bir ‘can’lı olduğu! Bu durumda şair kim? Şair kim olursa olsun, şiir Hulki’de işte. Kedileriyle birlikte oturuyorlar Semra Hanım ve Hulki.

 

Hulki’nin ilk şiir kitabı Sır Kâtibi’ni Şiiratı Yayınlarından çıkarmıştık, dergiyi de yayınları da çok severdi, desteklerdi, arkadaşımızdı, hepimiz reklamcıydık aynı zamanda, Seyhan Erözçelik, Vural Bahadır Bayrıl Şişli’de büyük kebapçıların arkadaki loş bölümlerinde kebap yer rakı içer, şiir filan konuşurduk öğlenleri. Niye, çünkü Hulki bulurdu, bilirdi öyle yerleri. Biz bilsek de di’mi öyle ‘argo’ yerlere gider miydik? Gitmezdik! Ama Hulki varsa, başka...

 

Şimdi ‘mutlu okur’u, artık bundan sonra ya da yeniden Hulki Aktunç’u okuyacak okuru ‘mutlu okur’ olarak görüyorum, sahiden pek büyük yapıtların yer aldığı, komple bir kütüphane bekliyor onu. Şiiriyle, öyküsüyle, romanıyla, denemesiyle, sözlüğüyle, aforizmasıyla, erotik denemeleriyle, diliyle, argosuyla dörtbaşı mamur bir kütüphane. Bir de resimleri tabii, ben hepsini göremedim ama, yukarıya aldığım yazıyı yayımladıktan sonra gittiğim sergisinde resimlerini gördüğümde, ‘bunlar da şiir ama nasıl yazacaksın?’ gibisinden saçma bir soru bile sormuş olabiilirim, zaten şiir olmuş bir şey için, bir de niye yazılacaksa ayrıca. Hulki’nin şiirlerinin resim olmuş hali, çizgi, desen olmuş hali nasılsa öyleydi. Yalnızca resimleri için renkli dersem yanlış olur, çünkü Hulki’nin yazdıkları zaten ‘renkli’ydi, evet galiba siyah-beyaz değil ‘renkli’ bir yazıcıydı Hulki Aktunç. Katman dediğimiz şey, bazen de renklerden oluşur, ki Hulki Aktunç’un öyküleri de, şiirleri de, ara renkleri de unutmadan, neş’enin de kederin de renklerine bularlar okuru. Bulanırlar, buluşurlar, bulaşırlar... Deprem gibi tıpkı, Hulki Aktunç okumak da bulaşıcıdır. Öyküsünden başlar şiirinden...bitiremezsiniz. Hulki Aktunç artık yok ama, yazdıkları öyle bir kere, iki kere okumakla bitmez! Ten ve Gölge üç kere okuduğum tek hikaye kitabıdır hayatta!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.