Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Gündüzler tekdüzedir, ya gece?



Toplam oy: 292
Suat Duman
Alakarga
Rakun, tek bir uzun zamanda, kent ışıklarında, alacakaranlıkta, aynı anda olup biten hikayelerin iç içe geçtiği, hızlı mı hızlı bir polisiye.

Can kendi halinde, günübirlik yaşayan bir taksi şoförü. Sıradan bir İstanbul akşamında, her zamanki gibi önce “Pazartesiler Hariç Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime” isimli müzik grubunu çalacakları bara bırakıyor; sonraki yolcusu ise Lord Fötrşapka “Sabancı Müzesi’ne…” diyor, müzeye vardıklarında beklemesini söylüyor, müzeden koşarak çıkıp Can’ın eline bir rulo tutuşturarak kendini Boğaz’ın serin sularına bırakıyor. Atlamadan önce tembih etmeyi de ihmal etmiyor: “Seni aradığımda resim sende olsa iyi olur.”

Suat Duman’ın Cinayet Mevsimi, Müruruzaman Cinayetleri ve Dünyanın Leşleri’nin ardından gelen dördüncü romanı Rakun, yüksek tempolu bir polisiye. Elindeki Picasso rulosuyla başına gelenleri idrak etmeye çalışan Can, polisin de peşine düşmesiyle çareyi bir metre elli altı santimetrelik boyuyla halter şampiyonluğundan çek senet mafyalığına uzanan bir kariyere imza atan Feyaz İslamoğlu’nu aramakta buluyor. Tam Feyaz’la buluşacaklarken bir binanın tepesinden kahramanımızın önüne düşüveren Ukraynalı Katya da maceraya ekleniverince, bir de üstüne üstlük kahramanımız Katya’ya âşık olunca, farklı kollardan ilerleyen olayların birbiriyle kesiştiği bir kovalamaca başlıyor. “Picasso’yu istemiyordum ama Katya’yı benden alamazlardı. Ben aslan değildim, kurt da değildim, ayı da. Ormana ben hükmetmiyordum, gücüm yetmezdi buna. Diğer taraftan evcil finosu da değildim kimsenin. Kedi köpekle karıştıran hata eder. Belki masum bir tilki, yemeğini kaptığı gibi kaçan, belki de işinin ehli bir rakun –dişlerini geçirdiği bir şeyi onu öldürmeden alamayacağınız en sevimlisi vahşilerin. Katya’yı benden yalnızca kendisi alabilirdi artık.”

 

 

Kısa sürede resmin peşindeki asıl hırsız Bay Muamma’nın, soyadlarından türeterek URARTU adını koydukları müzik gruplarıyla İstiklal Caddesi’nde müzik yapan üç yeteneksiz mühendislik öğrencisinin, bir yandan bu öğrencilere yardım etmeye çalışan bir yandan da fuhuş çetesi patronu Mühendis’in emrinde çalışan Keskin ve Yusuf’un, şarküteri sahibi ve uyuşturucu taciri müzmin bekâr Suzan Hanım’ın ve emrinde çalışan Tommy Vercetti gömlekli adamın, hayatla ancak tesadüflere sığınarak başa çıkabileceğini düşünüp hayatını altı sayısına emanet eden ve Can’dan altı çocuk yapmaya karar veren Yaren’in de bu kovalamacaya dahil olmasıyla heyecanlı bir takip başlıyor... Yüksek temposu sebebiyle, bilhassa ilk başlarda anlatılan farklı hikayeler birbiriyle kesişene kadar, olayları takip etmek biraz kafa karıştırıcı olsa da, Rakun akıcı ve gündelik dili, ara sıra insanı gülümseten kara mizahı sayesinde bir solukta okunan bir polisiye. Nispeten kısa olmasına ve çok fazla karakter barındırmasına rağmen kahramanların ve birbirleriyle ilişkilerinin özenle tasarlanarak yazılmış olduklarını ve Duman’ın Oğuz Atay’a selamlarının tam yerini bulduğunu söyleyebilirim. Kitabın son bölümünde, tek mekanda geçen ve olayların çözüldüğü o şölensel son sahnenin ardından geriye dönüp eski bir hikayeyi anlatmaya gerek var mıydı, işte ondan pek emin değilim.

Rakun, tek bir uzun zamanda, kent ışıklarında, alacakaranlıkta, aynı anda olup biten hikayelerin iç içe geçtiği, hızlı mı hızlı bir polisiye. Ölmeyen kazanmış sayılır mı, karar okurun elbette…

 

 


 

 

 

Görsel: Unsplash

 

SabitFikir arşivinden ek okuma: Esaslı Kaybeden

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.