Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Farklı” kızın fantastik hikayesi


Gayet iyi
Toplam oy: 543
Sofi Oksanen // Çev. Berna Kabacaoğlu
Doğan Kitap
Zaman zaman kurgusu aksasa da, Norma, Sofi Oksanen’in feminizmle yoğurup gerilim malzemelerini ve fantastik unsurları bolca kullandığı bir roman olarak öne çıkıyor.

Türkiyeli okurlar Sofi Oksanen’i, Stalin’in İnekleri ve Araf isimli romanlarından hatırlayacak. Zorlu yaşam koşullarıyla, gizemli ya da karanlık hatıralarla baş etmeye uğraşan kadınlara dair kurmacalarla okur karşısına çıkan Oksanen, buna zaman zaman siyaseti, aşkı, göçü ve hastalıkları da dahil ediyor. Bu yoğun anlatımların orta yerinde ise bir şekilde vicdan ve insancıllık konumlanıyor. Bahsi geçen bu iki öğe, Oksanen’in roman kahramanlarının kah yaşadığı anı yorumlamasını kah geçmişleriyle yüzleşmesini sağlıyor. Tıpkı Norma’da olduğu gibi... 

Norma ve annesi Anita, iki sırdaş; adeta birbirinin her şeyi. Ancak Anita’nın beklenmedik ölümü (metro treninin altında kalması ve yazarın bunu kaza mı, intihar mı, yoksa cinayet mi olduğunu bir miktar sürüncemede bırakması) romana daha başlangıçta gerilimli bir hava katmış.


Norma, annesinin ölümüyle ilgili kuşkular içindeyken hem günlük yaşantısına geri dönmeye hem de sırrını tek başına sırtlamaya çalışıyor. Fakat bu hiç kolay değil çünkü Norma’nın çok ciddi iletişim sorunları var. Bunun nedeni de diğer insanlardan “farklı” olması: Sürekli uzayan ve tehlikeyi haber veren saçları yüzünden annesi ile beraber toplumdan uzak yaşamış Norma. Ancak artık tek başına ve kendisi pek farkında olmasa da protez saç tekeli konumundaki mafyatik şirket peşinde.

 

 

Romandaki ikilemler


Oksanen, bu gerilimin dozunu giderek artırırken ve bazı anlarda okumayı güçleştiren geri dönüşlerle anlatmaya devam ederken yeni cepheler de açıyor: Norma, peşindeki ve bir zamanlar Anita’yla bağlantısı da olan şirketten kurtulmak için annesinin gizemli tarafını ve sırlarını öğrenmek durumunda. Oksanen, bu noktada karşımıza Anita’dan kalma bir video ve fotoğraflar çıkarıyor.


Kitaptaki bir diğer cephede, mafyatik şirketin esas işinin çocuk sahibi olamayan aileler için “sağlıklı anneler” bulduğunu öğreniyoruz. Oksanen, bu farklı parantezleri kapatmaya çalıştığı bazı anlarda bocalıyor; yazarın, dağınıklığı toparlama uğraşı yeni savrulmalara yol açıyor... Bununla birlikte, romanda sağlam bir damar var: Yazar; kadınların uğradığı haksızlıklara, maruz kaldıkları şiddete ve ayırımcılığa dair (diğer kitaplarında olduğu gibi) çıkışlar yapıyor karakterleri aracılığıyla. Ayrıca Oksanen, Norma’nın satır aralarında okuru bazı ikilemlerin ortasına atıyor. Mesela yersizlik-yurtsuzluk ile huzur ya da belli bir güzellik algısı yaratanlar ile aynı kişilerin (örneğin Norma’yı) insan dışı bir yaratık gibi görmesi. Fantastik öğelerle beslediği söz konusu meselelerin odağına kadınları alan Oksanen, gerilimi yükseltiyor. Romanda sürekli gezinen Anita da cabası.

Konuyu fazlaca dallandırıp budaklandırsa ve bazı kapıları açık bıraksa da, Sofi Oksanen, tema ve bunun etrafına serpiştirdiği geçmiş-bugün çizgisindeki hikayelerle belli sorunlara (bilhassa kadınların yaşadıklarına) dikkat çekiyor. Bu anlamda Norma, Oksanen’in feminizmle yoğurup gerilim malzemelerini ve fantastik unsurları bolca kullandığı, zaman zaman kurgusu aksayan ve gerçek ile kurmacayı sırlar zeminine yaydığı bir roman olarak öne çıkıyor.   

 

 

 


 

 

 

Görsel: Ece Zeber

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.