Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Kadının ebedi zavallılığına” karşı, bir zarif Kalp Ağrısı


Gayet iyi
Toplam oy: 1957
Halide Edip Adıvar
Can Yayınları

Ne “Handan” ne “Ateşten Gömlek”, ne “Vurun Kahpeye” ne de Sinekli Bakkal... Televizyon yapımcıları Halide Edip Adıvar’ın dizi film yapmak için en uygun romanını seçmişler, yani Kalp Ağrısı’nı. Zira literatürde yazarın son tutkulu aşk romanı olarak geçer Kalp Ağrısı. Ve dizinin tanıtımları yavaş yavaş dönerken ekranlarda, romanın kendisi de yeniden basılarak okuruyla buluşur...

Halide Edip’in milliyetçi görüşlerinin izlerini hiç mi hiç taşımayan, sade bireysel aşk hikayelerine odaklanan ilk dönem romanlarıyla, kendi dünya görüşüne, kadın üzerinden geliştirilen modernizm projesi ekseninde kaleme aldığı olgunluk dönemi eserlerinin tam ortasında durur Kalp Ağrısı. Bu anlamda yazarın külliyatı içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır bu olgunluk dönemi romanının. Romanlarında otobiyografik özelliklerin çok yoğun olduğunu bildiğimiz Halide Edip, Kalp Ağrısı yayımlandığında tam kırk yaşındadır. Savaşın, hayatın ve aşkın içinden yana yana geçmiş, her şey bir yana insan hayatını belirleyen, kaderini çizen şeyin en derinindeki kalp ağrısı olduğunu tüm varlığıyla kavramıştır. En mühimi de kalp ağrısı denen şeyin öyle çok fazla dillendirilip ortaya saçılmaması gerektiğini düşünüp daha sonraki eserlerinde böylesi bir aşk hikayesine yer vermeyecek olmasıdır; Selim İleri’nin de dediği gibi “aşk üzerine söyleyeceklerinin tümünü, sanki bu sızılı eserde söylemiş; sonra bir aşk kırgını gibi susmayı tercih etmiştir”. Kim bilir, Kalp Ağrısı’nın tüm yoğunluğu, hazinliği, ağırlığı belki de onun bu tercihinden ileri gelir.  

Mudanya Konferansı sırasında yeni mutlu günlerini yaşayan İstanbul’da, İzmir’in alınışını kutlayan bir Boğaziçi yalısındayız; “en yeni, en özenilmiş, en frenkvari bir ziyafet”te... Erkekler frak giyiyor, kadınlar dekolte, ve şampanya içiliyor. Kendisini de içine alan bu tablonun yapmacıklığından bunalan genç bir kız, Zeyno ve ziyafetin sahibi, çocukluk arkadaşı güzel mi güzel Azize gecenin sonunda Boğaz’ın suları eşliğinde baş başa kalıyorlar, ta ki Azize’nin müstakbel nişanlısı Hasan Bey ortaya çıkana dek...

Zeyno ve Hasan, ilk görüşte birbirlerine aşık olurlar. Ancak Hasan’ın Azize’yle ilişkisi bir yana Zeyno da nişanlıdır. Birdenbire sosyal çevrelerinin kabul edemeyeceği yasak bir aşkın içine düşen bu iki aydın genç Beyoğlu gecelerinde, o günlerde Ayestafanos adıyla bilinen Yeşilköy sahillerinde her şeye rağmen gizli ve tutkulu bir ilişki yaşamaya başlarlar. Çevrelerindeki herkes bu aşkı açıkça hissetmiştir ancak Azize’nin kıskançlığının neticesinde kendini Boğaz’ın sularına atarak intihar etmeye çalışması, mucize eseri kurtulması ve hemen ardından gelen ölümcül hastalığı aşıkların kaderini kökünden değiştirecektir. “Dünyada en çok sevdiğim sizlerin saadetine zehir damlası bırakıp gidecektim. Ömrünüz oldukça mavi deniz size hıyanetinizi hatırlatacaktı.” 

Zeyno, Azize’nin yaşamını büyük aşkına yeğ tutar ve onu Hasan’la, deyim yerindeyse, kendi elleriyle evlendirir. Yeni evliler hiç vakit kaybetmeden Azize’nin iyileşmesi için Avrupa’ya giderler. Avrupa’da yaşadıklarını ve evliliklerinin ilk günlerini mektuplarla Zeyno’ya aktaran Azize’nin yazdıkları, aşk acısı ve pişmanlıklarla kıvranan Zeyno’nun aşk, evlilik, erkekler ve yaşam üzerinde bir kez daha düşünmesine, hatta yaşamını tamamen değiştirmesine yol açacaktır.

“İdeal kadın”ın modernizmle mücadelesi
Zeyno, Halide Edip’in diğer romanlarında da sıkça işlediği ideal kadındır; iyi eğitim görmüş, erkekler dünyasında onlarla boy ölçüşebilecek bilgiye, zekaya ve cesarete sahiptir. Tanzimat romanlarında görünen batı özentisi, züppe, süs bebeği kadının karşısında, kendi kültürel değerlerine sahip, bir yandan da ilişkileri, erkekleri hatta yaşamı rahatlıkla sorgulayan yeni Türk kadını olarak durmaktadır. Ancak bu “yeni Türk kadını”nın en büyük düşmanlarından biri yine kadınlardır; erkekleri güzellikleri, süsleri püsleri ve karşısındakini yormayan türlü basitlikleriyle “diğer kadınlar”. Tıpkı Kalp Ağrısı’nın “öteki” kadın kahramanı Azize gibi.

Halide Edip, modernleşme yolunda ilerleyen öncü-aydın kadının erkekler tarafından mutsuz edilmeye mahkum olduğunu çok iyi bilir. Onu toplumsal hayata sokan, hayran olduğu babası çok eşlidir, çok sevdiği ilk kocası ise yazarı sık sık aldatmış, onun üzerine ikinci bir eş almak istediği için de evlilikleri bitmiştir.  Ancak Halide Edip toplumsal hayatta ve romanlarında “kadınların ebedi zavallılığı”yla mücadele etmekten hiç vazgeçmez. Ve bu mücadeleyi ironik bir şekilde yarattığı Zeyno gibi “ideal kadın”lar aracılığıyla yapar.

Bir grup genç aydının bireysel hikayelerine odaklansa da arka planda 1900’lerin ilk çeyreğindeki İstanbul, bu yılların halet-i ruhiyesi, toplumsal yaşayışı anlatılır Kalp Ağrısı’nda. Yazar Boğaz’ın suları, Yeşilköy’ün sahili ve Erenköy’deki köşkün bahçesi gibi birkaç istisna dışında hemen hemen hiç dış mekan tasviri vermez; merkezinde yanan bir sobanın bulunduğu odalar, genç kız dertlerinin paylaşıldığı karşılıklı yataklar, roman kişilerinin karşılıklı söyleştiği verandalar ve taraçalar... Yazara göre kalp ağrısının derinliklerinde zamanın ve mekanın ince tortularından başka bir şey yok gibidir.         
 
Kalp Ağrısı, okurunu alabildiğine sürükler, ağrısını incelikle bulaştırmayı başarır. Romanın dizi uyarlaması, diğer edebiyat uyarlamalarının kaderine ortak olmayıp, bu anlamda başarılı olabilir mi, Halide Edip Adıvar’ın incelikli kalp ağrısını, izleyicisine aktarabilir mi, orasını ister istemez hep beraber göreceğiz elbette. Yeter ki  “aşk kırgını” Halide Edip, edebiyatımızın bu büyük kadın yazarı, özgürlük savaşçısı, Türkiye’de kadın modernleşmesinin ufkunu açan kanaat önderi; bireysel aşk hikayelerine saplantı halinde tutunup onların ustalıkla içini dışına çıkaran ve mana yoksunu bir hiçliğe dönüştüren  televizyon dizilerinin yeni malzemesi olmasın, dileklerimle...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.