Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Afgan kadınından, tüm kadınlara...



Toplam oy: 1577
Atiq Rahimi
Can Yayınları

Bir eve, evin küçük bir odasına bütün Afganistan’ı, Orta Asya toplumlarını sığdırmış Atiq Rahimi. Kabil’de doğan, Sovyet-Afgan savaşı süresinde de 1984’de Fransa’ya sığınan Atiq Rahimi anlattığı toplumun içinden geliyor. Sabır Taşı, adından da anlaşılacağı gibi, kapalı toplumların, Doğu’nun, kültürel, mistik dünyasına özgü bir metafor olmasının yanında, bastırılmış kişiliklerin, yargılanmadan, suçlanmadan tüm iç dünyasını ve sırlarını dışa vurmasının da bir yolu, önemli bir aracı niteliğinde. Ancak, Rahimi’nin Sabır Taşı’nda anlattıkları sadece yukarıdaki tanımlamayla sınırlı değil. Rahimi’nın, kitabının ismini taşıyan Sabır Taşı, ironik bir anlatıma sahip olmakla birlikte kapalı toplumların kendi yarattığı kanallardan soluklanmasının yanı sıra; hoşgörüye, iradeye ve anlamaya dayalı hiç bir çözümün yakınına uğramadığı insan ilişkilerine yönelik de bir son nokta işlevi görüyor. Zira sabır taşının yeri geldiğinde artık dayanamayıp çatladığı göz önünde bulundurulursa,  kitapta anlatılanların aciliyeti ve yoğun trajedisi daha bir anlaşılır hale geliyor.

Ancak ne yazık ki, başka toplumlarda az biraz ya da fazla bulunan kadının ikincil konumda olma durumunun, Afganistan ve benzeri toplumlarda korkunç bir yaraya dönüşmesi anlatılanların ana noktasını oluşturuyor. Dolayısıyla, Afganistan’da insanlık büyük bir tehlikede olduğuna dair alarm veriyor.  Söz konusu alarmın ise, insanlığın önemli diğer yarısının hiç bir fiziki şiddettin başaramayacağı bir yok edilme gerçeğiyle ilgili. Elbette ki, kadınların psikolojik, sosyal, fiziksel şiddetin uzağında ya da yakınında oluşu erkeklere ve hakim değerle bağlıyken, fiziksel anlamda yok edilmelerini ise sürecin doğal bir sonucu olarak görmek gerekiyor. Dişil canlıların doğdukları andan itibaren tüm kötülüklerin ve uğursuzlukların atfedildiği ‘lanetli’ bir cins olması, kitabın leitmotifi niteliğinde. Yine bundan kaynaklı, kadınların  asıl zulme de yaşadığı sürece  uğraması vurucu bir etkiye sahip.Yaşanan gerçekliği neredeyse görüntüsel bir destekle betimliyor Rahimi. Görüntüyü tüm netliğiyle anlatacak vurucu, kısa cümleler kullanıyor. Üçüncü bir kişi bir evi, evde ve hemen evin çevresinde yaşananları izliyor ve aktarıyor. İki kız çocuğu olan, sık gittiği savaşların birinde yaralanmış ve bitkisel hayata girmiş kocasına bakmakta olan bir kadın çevresinde gelişiyor olaylar. Ağzında, tüple bir çeşit serumla beslenen ve bir döşekte yarı ölü yatan bir adam ve karısıyla tanışıyoruz ilkin.

Değişen roller...


Yüzündeki “alaycı ifade”den ve soluk alıp verişinden başka hiç bir yaşama emaresi göstermeyen adamla karısı arasında yeni bir ilişki başlamıştır artık. Söz konusu kadın, var olmak için, erkeğin sahip olma ayrıcalığından başka seçeneği olmayan kadını, dolayısıyla tüm Afgan kadınlarını temsil edecektir. Ama anlatılan evde göreceli de olsa roller değişmiştir, kadının kocası bitkisel hayattadır ve nefes alıp vermesi karısına bağlıdır. Bu istenmedik güçle kadın ne yapacaktır? Kadının zaman zaman öfke, ama daha çok merhametine ve tüm yaşamını, geçmişini gözden geçirmesine tanık oluruz.

“Kadın nefesini tutup yaranın üzerine bastırıyor. Adamda yine hiçbir tepki yok. Kadın biraz daha sertçe bastırıyor. Adamda hiçbir sızlanma yok. Ne gözlerinde ne de nefesinde. ‘Acı bile hissetmiyorsun değil mi?’ Adamı yeniden sırtüstü çevirip gözlerine bakmak için üzerine eğiliyor. ‘Zaten hiç acı çekmezsin ki! Asla acı çekmedin, asla!’ diyor. ‘Birinin ensesinde bir kurşunla yaşayabileceğini hiç duymamıştım! Kanın bile akmıyor, ne bir cerahat, ne bir ağrı, ne bir sancı! ‘Bu bir mucize!’ diyordu annen... ne lanet bir mucize!’ Ayağa kalkıyor. ‘Yaralıyken bile acı yanına uğramıyor.’ Sesi düğümlenmiş boğazında çatallaşıyor. ‘Ve her şeyin ceremesini ben çekiyorum! Gözyaşı döken her zaman benim!’ Bunları söyledikten sonra kapıya yöneliyor. Gözlerindeki yaşlar ve öfkeyle koridorun karanlığında gözden kaybolurken, gaz lambası adamın duvara yansıyan gölgesini titreştiriyor, ta ki gün tam olarak doğana ve güneş ışıkları perdenin sarı ve mavi göğünün deliklerinden içeri sızıp lambayı hükümsüz kılana dek.”

Beden ve ruh...


Kitaba hakim olan ‘sabır taşı’ metaforu, Afgan kadınının mahkum edildiği yaşam biçiminin de bir anlatımı niteliğinde. Bir tersinleme yapıyor yazar, yaşananlara asıl dayanamayanların erkekler olduğunu göstererek. Bir anlamda, mahkum edenin mahkumiyetini açığa çıkaran, zindan edilen yaşamın, zindan edenlere nasıl bir zindan yaşattığı izleği üzerinden gidiyor. Kadının kocasıyla konuşması, -onun anladığını  düşünerek- bir itirafa dayanır. Böylelikle kadın, bastırdığı ve gizlediği her şeyi konuşarak, geçmişte kocasıyla yaşadıklarını, kırgınlıklarını, yok sayılışını tamir ettiğinin farkına varır. Kendilerine yaşam olarak dayatılanların içinin ne kadar boş olduğu bir yana, kadının itiraflarından da anlaşılacağı gibi yaşananların koca bir yalana dayanması gerçeği ağır basmaktadır Asıl gerçek ise, gizlenen, alabildiğine bastırılanların altında yatmaktadır. Diğer genç kadınlar gibi aynı süreçten geçmiş kayıvalidelerin gelinleri üzerindeki çirkin, zalim iktidarı bir yana, namus kavramının kadınla özdeşleştirilmesi, fuhuşun yaygınlığıyla at başı gitmektedir.

Anlatıcıyla birlikte izlediğimiz ev ve çevresi zaman zaman kadının monologlarıyla beslenir. Kadının kocasına anlattıkları, aynı zamanda sonunu da hızlandıracaktır. Zira en söylenmemesi gereken gerçekler dile gelmektedir. Bunun yanı sıra, bir kezliğine bile olsa her şeyi göze almış, cesaretli bir kadın örneği vardır karşımızda. Ama sonunun ölüm olduğunu bilen. Yazar kadına yaptırdığı bu atılımla, şartlar uygun olduğunda tüm -olumsuzluklara rağmen-  kendini ifade etmeye ve özgürleşmeye hazır bir insan boyutu çıkarır karşımıza.  “Bağışla!... Seninle... seninle ilk kez böyle konuşuyorum... kendimden utanıyorum. Bunlar nereden çıkıyor, gerçekten bilmiyorum. Önceleri böyle şeyleri asla düşünmezdim. İnan bana. Asla! Biraz ara verip devam ediyor; ‘İlişkiden yalnızca senin haz aldığını gördüğümde bile sana hiç gücenmiyordum. Tam tersine, bundan mutluluk duyuyordum. Bunun bizim doğamızdan kaynaklandığını düşünüyordum. Bu bizim farklılığımızda. Siz erkekler tatmin olur, biz kadınlar ise sizin tamin olmanızdan haz duyuyorduk. Bu, benim için yeterliydi...”

Tümüyle Afgan toplumu gerçeğini anlatsa da kitap, kadının sıkıştırılmışlık durumunu genelleştirdiğimizde, birçok toplumların da kendinden bir parça bulabileceği bir öz taşıyor. Söz konusu özün, cinsel, psikolojik noktada daha bir genelleştiğini söyleyebiliriz. Ayrıca yazarın ruh-madde ikileminden yola çıkarak, beden gerçeğiyle ilgili getirdiği yaklaşımları göz önünde bulundurmakta fayda var.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.