Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Akıp giden sular gibi hafızasız, toprak gibi köklü


Zayıf
Toplam oy: 576
Miroslav Penkov // Çev. Kübra Kelebekoğlu
Yüz Kitap
O toprakların çoğu anlatısına yerleşen ve yakışan “humour” duygusu, Penkov’un öykülerinde en hazin olaylar yaşanırken dahi geri planda da olsa var.

Balkanlar, başka bir deyişle Doğu Avrupa (ya da Bulgar yazar Miroslav Penkov’un kitabının adından esinle söylersek “Batının Doğusu”) tarih kitaplarında ve haritada kapladığı yer bir yana edebiyatçıların hikayelerine de sıklıkla giriyor. Üstelik sadece o coğrafyanın yazarları ve sanatçıları değil, çok uzaklardan gelenler de bu topraklardan ilham alıyor. Beri yandan, daha önce yine bu dergide dosya konusu olarak ele alınan Balkan edebiyatının bizim topraklarda yeterince ilgi görmediğini, tanınmadığını, “ıskalandığı”nı söylemek de mümkün. (SabitFikir, sayı 57, Kasım 2015) Söz konusu dosya yazısında, kendi dilinde yazmayan Balkan yazarlardan biri olarak Penkov’dan da bahsedilmişti. O zaman için öyküleri henüz Türkçede yayımlanmamış bir yazarken, yakın bir zaman önce Yüz Kitap tarafından basılan Batının Doğusu kitabıyla “ıskalananlar” listesinden çıkmış oldu! Penkov’un öykülerini okudukça bunun kutlamaya değer bir kazanım olduğuna kanaat getirmemek mümkün değil. Yazar, öykülerden birindeki anlatıcının tarif ettiği gibi, nehir gibi hafızasız akıp gitmek ile toprak gibi kök salıp kalmak arasındaki ince çizginin üzerinde yürütüyor okuru. 


Penkov çocuk olmak, genç olmak, yaşlı olmak gibi evrensel durumlar için şahane nokta atışları yapıyor öykülerinde; o toprakların çoğu anlatısına yerleşen ve yakışan “humour” duygusu, en hazin olaylar yaşanırken dahi geri planda da olsa var. Burada hepsini ayrı ayrı anmak zor olsa da “Makedonya” öyküsünde yaşlılığa, “Batının Doğusu”nda ve “Mektup”ta çocukluğa şairane bir lezzet katan Penkov’un, “Lenin’i Satın Almak” öyküsündeyse çocukluğu/ergenliği/gençliği temsil eden torun ile eskiyi, geleneği, muhafazakarlığı –yani aslında “Batının Doğusu”nu– temsil eden dede arasındaki çatışmayı okurken iki farklı kuşağı izliyoruz. Sekter dede ile yetişkinliğe adım atmaya çalışırken eğitimi için Amerika’ya giden “kaypak” (ya da dedenin deyişiyle “kapitalist”) torunu arasında çocukluktan başlayan çatışma tüm o mizahi ve hüzünlü öğeleriyle okur için hoş bir seyirlik oluyor. Aslında ikisi de içlerinde kopan fırtınalarla mücadele ediyorlar: Bu dünyadan göçüp gitme vakti daha yakın olan dede de, dünyaya sağlam bir adım atarak yerleşmesi beklenen torun da aynı özlemi, sıkıntıyı, yersizyurtsuzluğu çekiyor; Amerika’daki bir eyalette ya da Bulgaristan’daki köylerinde olmaları fark etmiyor, nihayetinde ikisi de “Batının Doğusu” ruh halini her yere taşıyorlar.

 

 

 

Torunun eğitim için Amerika’ya gitmesiyle başlayan telefon görüşmeleri hep didişmeyle, hamasetle bitiyor. Dede ona ödediği bedelleri anlatırken torunu “bırak artık bunları” tınısıyla kendi havasından çalıp söylüyor. Torun Amerika’yı, Amerikalı arkadaşlarını ne kadar övse de, kendini evinde hissettiğini söylese de dede bunu yutmuyor: “Saçmalık,” diyor. “Oradan nefret ediyorsun.” Torun bu sözlerle tokat yemiş gibi sarsılıyor fakat yine de saldırıya geçiyor ve “İdealler ölmez,” diyen dedesine, “Ama insanlar ölür. Sonsuza dek yaşayacağını falan mı sanıyorsun?” diye karşılık veriyor. “Vazgeç artık,” diyor bir Lenin koleksiyonuna sahip olan dedesine, “Koleksiyonunu da kitaplarını da yak gitsin. Hepsinin vakti geçti.” Kılıçların açıkça kuşanıldığı bu diyalogdan sonra ilk teslim bayrağını torun çekiyor: “O gece uyumadım. Sonrasındaki iki hafta boyunca da düzgün uykuya dalmadım. (…) Dedemi arayıp bilmesi gerekenleri söyledim. Amerika’da ne kadar mutsuz olduğumu, buraya ona inat olsun diye değil, farklı bir şey denemek için geldiğimi… ‘Hesaplaşma vakti, ihtiyar. Hadi alay etme sırası sende,’ dedim.” Dedeyse o beyaz uzlaşma/hesaplaşma/dertleşme bayrağını, karşı tarafın zaaflarıyla birlikte görüp, evet belki alaycı (ya da komik) ama aslında saldırgan olmayan sözlerine başlıyor. Torun saçma sapan bulduğu bu sözleri ve eski hikayeleri gözleri kapanarak dinlerken, suskunluk anında dedesinin anlattıklarında odaklanıyor ve “berbat bir his kaplıyor içini, feci bir korku.” Dedesine kendisini, bahçedeki üzümlerin altını beklemesini söyleyecekken gülmeye başlıyor ve sonunda “bir” oluyorlar: “Kahkahalarım dedemi de ele geçirene, seslerimiz telefonda birbirine karışıp tek bir ses gibi yankılanmaya başlayana kadar güldüm.”

 

Kahkahalar öykülerdeki diğer pek çok duygu gibi satırlardan taşıp okuyana varıyor; acılardan geçmiş olsak da, geçmişi yitirmiş olsak da bazı şeylerden vazgeçmemek, bahçedeki asmanın altında buluşabilmek temennisiyle birlikte okuru da ele geçiriyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Onur Atay

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.