Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Anlatıcı: Ölüm ve yaşam arasındaki iplik



Toplam oy: 808
Javier Marias // Çev. Seda Ersavcı
Yapı Kredi Yayınları
Her şeyi iç içe geçirip çoğaltan bir anlatımı var Javier Marías’ın. Noktaları olabildiğince erteleyerek yazıyor. Neredeyse her kurduğu cümle karnında yeni bir cümlecik taşıyor.

Javier Marías’ın Yarın Savaşta Beni Düşün romanı şu cümleyle açılıyor: “Hiç kimse bir gün kollarında yüzünü bir daha asla göremeyeceği fakat adını hiç unutmayacağı bir kadının cesedini tutacağını aklından geçirmez.” Yeni tanıştığı evli kadınla akşam yemeği için buluşan Victor, hikayesine yaptığı bu başlangıçla daha ilk cümleden merakımızı uyandırmayı başarıyor. Yabancı olduğu bu evde kollarında ölüveren Marta ve kadının yan odada uyuyan iki yaşındaki oğluyla ne yapacaktır Victor? Küçük çocuğu annesinin cesediyle baş başa mı bırakacak, yoksa iş seyahatindeki kocaya karısının yarı çıplak bir halde kollarındayken fenalaştığı ve sonra da öldüğü haberini mi verecektir? Yarın Savaşta Beni Düşün okuru işte böylesi bir ikilemin içine çekiyor ve sayfalar boyunca onu orada tutuyor. İkilem bizi insan ruhunun pek çok karanlık noktasına, zaaflarına ve çaresizliğine bakmaya zorluyor. Kaçınılmaz bu.


Daha ilk satırdan bir ölüm haberi alıyoruz ama sonra anlatıcı bizi ölümün öncesine, Marta’yla geçirdikleri gecenin birkaç saat gerisine götürüyor. Oradan başlıyor anlatmaya. Bu süre boyunca okur, kadının öleceği bilgisine sahip olmanın getirdiği tuhaf bir tedirginlikle bekliyor. Kadın ölecek, bunu biliyor ve bekliyor, ya sonra ne olacak? Fakat Victor (ya da yazar) anlatısını hiçbir şekilde aceleye getirmiyor. Sayfalar boyunca bizi o yatak odasında, belki de arafta tutmayı tercih ediyor. Arafta olduğumuz bu bölümlerde bizi ölüm ve yaşam üzerine düşündürüyor. Zaman zaman birbirinin aynı cümleleri tekrar ettiği hissine kapılıyorsunuz. Bunu bilinçli yapıyor kuşkusuz. Ama neden sonra fark ediyorsunuz ki, bu tekrarlara pek çok seferinde yeni bir şeyler ekliyor.


Victor ölüm üzerine düşünürken onun karşısına hatırlama eylemini de koyuyor. Bu belki de kaçınılmaz. Ölen şeylerdir en çok hatırladıklarımız. Çünkü bir tek insanlar ölmez. Zaman da ölür. Anılar da ölür. Özneleri hayatta bile olsa, biz hayatta da olsak, yaşadığımız bir an, geçmiş ölmüştür artık. Peki biz onları hatırladığımızda –ister bir zamanı, ister kısa bir anı, ister bir insanı hatırlayalım– ne yaparız ona? Onu başka bir şeye dönüştürmez miyiz mesela?


Roman boyunca sık sık bunu sormamızı sağlıyor Marías. Hatırladıklarımıza ne yaparız? Onu “gerçekdışı” bir evrene fırlatırız. Yaşadığımız herhangi bir şeyi hatırladığımızda onu yeniden kurgularız. Bu kurgulama da ister istemez onu yaşandığı andaki gerçekliğinden koparır, elbette gerçekmiş gibi anlatırız, sanki gerçeğe tıpatıp bağlı kalıyormuşuz gibi bir hava yaratır, inandırıcı olmak isteriz. Öte yandan içten içe olan şeyin tastamam yaşandığı halini verebilmek elimizde değildir. Belki de bu yüzden, geride bıraktığımız anları hatırladığımızda bir parça gerçek dışıymış gibi hissederiz. Şüphe duyduğumuz da çok olur, bunlar sahiden yaşandı mı? En azından tam da şimdi hatırladığım gibi yaşandı mı? Belki de bu, zamanın ölümüdür. Ölmüş bir zaman geri getirilemez ve anlatıcı ne kadar istese de onu yeniden tam olarak yaşandığı şekliyle canlandıramaz. Sevdiklerimiz ölüp gittiğinde de aynısı olur. Onları sesleri, görüntüleri ve kokularıyla ne kadar hatırlamaya çalışsak da, bir türlü tam ve olduğu gibi bütün halinde yeniden yaratamayız. Zihnimiz bu konuda biçaredir. Kurgu burada imdada yetişir. Belki de gerçeğe tıpatıp bağlı kalmak o kadar da zaruri değildir.

Hikaye geride kalanlara emanet

 

İşte Javiar Marías, hikaye anlatıcılığının tam da durduğu bu noktayla ilgileniyor roman boyunca. Aslında sanki amacı ne ölümü anlatmak ne de yaşamı. Ölüm ve yaşam arasında bir iplik olarak hikaye anlatıcısının rolünü anlatmak gibi görünüyor bana. Hikaye anlatıcısının görevinin yitip giden herhangi bir şeyi anlatarak nesilden nesle aktarmak olduğunu ve böylelikle kendisinin de “hiç kimse” olmaktan kurtulduğunu defalarca vurguluyor Victor.


Victor’un bu hikayenin anlatıcısı olmasının tek bir nedeni var; Marta’nın ölümüne tanık olması. Oysa Marta’nın ailesi açısından bir hiç kimse o. Bir gölge. En azından Marta’nın ölümüne tanık olan kişi olduğundan haberdar olacakları ana kadar. Bu an, aynı zamanda Victor’un onlar açısından bir hikaye anlatıcısına dönüştüğü an. Bu ana dek kendini bir gölge ve hiç kimse olarak hisseden Victor’un, hikayesini anlatmaya başladıktan sonra sık sık şunu tekrarlaması bundan: “Bizi birbirimize bağlayan ipliğe dönüşmüştüm ben artık.”


O iplik ki, romanın sonunda büyük bir sürprizle Marta dışında bir başka kadının da varlığından ve ölümünden haberdar olmamızı sağlıyor. Bu aşamada hikaye anlatıcısı birken iki oluyor. Hikayeler de ölüler de birken iki. Ve tüm bunları bize anlatan bir de üst anlatıcı var. Romanın yazarı, Marías. (Bütün anlatıcıların erkek olması üzerine düşünme arzumu yazının sınırları içinde kalabilmek adına dizginliyorum.)


 “Son bulamaz varlığım geriye kalan her şey ve herkes burada kalırken,” diyor Victor, Marta’nın yerine geçip düşünürken. Hikaye anlatıcısının bir rolüne daha işaret etmiş oluyor böylece. Hikaye anlatmanın ölüme direnmenin bir yolu olduğunu duyuruyor, her ne kadar ölü bir geçmiş asla canlandırılamasa da. Hikayemizin anlatılmasını isteriz; unutulmamak, yani gerçekten ölmemek için. Dolayısıyla geriye kalan her şey ve herkes burada iken birinin varlığının son bulamaması onun hikayesinin anlatılmaya devam etmesindendir. Buradan bakınca hepimiz birer hikaye anlatıcısıyız aslında. Yitirdiklerimizin ardından onların hikayelerini anlatarak varlıklarının son bulmasına izin vermiyoruz.

Shakespeare kokusu

 

Bir de tabii anlatıcının dili meselesi var. Bu roman boyunca okuru sarıp sarmalayan, helezonik bir dil bu. Sürekli kendi içine kıvrılan ve bu hareket esnasında düşünceleri düşüncelere bağlayan, her şeyi iç içe geçirip çoğaltan bir anlatımı var Marías’ın. Noktaları olabildiğince erteleyerek yazıyor. Neredeyse her kurduğu cümle karnında yeni bir cümlecik taşıyor. Virgüller o cümleleri doğurup birbirine bağlıyor ama nasıl oluyorsa bu zor gibi görünen işi büyük bir ustalıkla, okurun labirentte kaybolmasına izin vermeden, aksine müthiş bir haz almasını sağlayarak yapıyor. Yeri gelmişken, Türkçenin yapısına o kadar da uygun görünmeyen bu cümle kurma biçimini dilimize büyük bir ustalıkla aktaran Seda Ersavcı’ya bir kez daha hayran kaldığımı belirtmeliyim.


Son olarak, Javiar Marías’ın romanın ismiyle ilgili yaptığı açıklamaya değineyim. Romana isim olarak Marías, Shakespeare’in III. Richard’ının üçüncü sahne, beşince perdesinde birkaç kez yinelenen, “Yarın savaşta beni düşün,” cümlesini seçmiş. Romanda hiç belirtilmediği halde okurken Shakespeare’in kokusu burnunuza geliyor zaten. Zira yazar, başka dizelerden de serpiştirmiş romana. Hangileridir bu dizeler, bunun avcılığını yapmak isteyen okura sözüm yok. Ama ben bunların gizli kalmasını tercih ettim. Yazarın kendi cümleleriyle Shakespeare’inkilerin hikaye anlatıcılığının ve dilinin çağlar içinde birbirinin parçası, akrabası, kardeşi olmasını simgelercesine kaynaşması fikri hoşuma gittiğinden belki.

 

 


 

 

Görsel: Ali Çetinkaya

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.