Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Avcı avını anlamaya çalışmaz



Toplam oy: 742
Sascha Arango // Çev. Neylan Eryar
Kırmızı Kedi
Suç romanları yazdığını iddia eden bir adamı konu alan bir suç romanı Gerçek ve Diğer Yalanlar. Peki, "Nasıl bittiğini tahmin edebiliyor musun?"

"Tanrı'nın işine bak, doğruyu söyleyince kimse bana inanmıyor," diyor Gerçek ve Diğer Yalanlar'ın başkarakteri Henry Hayden. Bu cümle, ilk okuyuşta sandığımız gibi şaşkınlık değil, ironi içeriyor aslında; çünkü yalanları gerçekle dengelemek konusunda uzmanlaşan Henry Hayden, "içinde bir adet zeytin barındıran her Martini kadehi gibi", her inandırıcı yalanın da içinde bir miktar gerçek barındırdığını iyi biliyor. Dolayısıyla roman boyunca iki kere altını çizdiği bu durum, içinde yadsıma, görmezden gelme ya da görememe hallerinden hangisini barındırırsa barındırsın, Henry Hayden'ın garipsediği bir olguya değil, yalanlara maruz kalan kişinin iyi niyetine, kibrine ya da çaresizliğine işaret ediyor şüphesiz. Yeterince uzun süre kandırılan kişi, kandırıldığına ilişkin ipuçlarını yakalamaya değil, bunları görmemeye meylediyor; kanmayı kendisine yakıştıramadığından, bir yalana inanmaya ihtiyaç duyduğundan ya da insanlara kolay kolay güvenilemeyeceğini henüz öğrenmediğinden... Nereden bakılırsa bakılsın, katilin işini son derece kolaylaştıran bir tablo; öyle değil mi? Üstelik Henry Hayden bu tablonun da farkında: "Benim katil olduğumu düşünüyorsunuz, beni alt etmek istiyorsunuz - ama ne yapıyorsunuz? Beni anlamaya çalışıyorsunuz. Eğer beni avlamak istiyorsanız, avlayın. Ama anlamak istiyorsanız, önce kendinizden başlayın. Orada da gerçeği bulamayacaksınız."

Paranoya ve Öldürme İçgüdüsü gibi çok satan kitapların yazarı Joseph Finder, The New York Times için kaleme aldığı eleştiri yazısında Henry Hayden'ın kaçınılmaz olarak bir diğer sosyopatla, Patricia Highsmith'in Bay Ripley'i ile karşılaştırılacağını öne sürüyor. Ardından da, Dickie Greenleaf'in yerinde olmak isteyen Bay Ripley'in aksine, Henry Hayden'ın bir hayale ulaşmak için yalan söylemediğini, Ripley'in hırslarını taşımadığını ekliyor. Henry Hayden, bir kader misali başına gelen "çok satan polisiye romanların dünyaca ünlü yazarı" senaryosuna pek de bağlanmadan uyum sağlamakla yetiniyor sahiden. Daha romanın en başında bu kitapları Henry'nin değil, görünmez kalmayı yeğleyen karısının yazdığını öğreniyoruz. (Bu da aklımıza Margaret-Walter Keane çiftinin -Tim Burton tarafından Big Eyes adıyla sinemaya da uyarlanan- hikayesini getiriyor. Zira Walter Keane de eşinin tablolarını imzalıyordu fakat burada gönüllülükten bahsedemiyorduk ne yazık ki.) Uyum içinde sürdürdükleri yaşam, Henry'nin metresinin hamile kalmasıyla önce sarsılıyor, metresi yerine yanlış kadını öldürdüğünde ise yıkılıyor. Oysa Henry "başarılı yazar" rolünü artık oynayamayacağı için pek de dertlenmiyor. Karısının "Suçun Müthiş Ağırlığı" adlı kitabına koyduğu, "Hep yalnız olmak, hiç olmamaktan iyidir," cümlesini hatırlatır biçimde, Henry için de varlığını sürdürmekten daha öncelikli bir hayal bulunmuyor; babasıyla arasındaki travmatik ilişkiden aldığı çocukluk yaraları, dünyevi hırslara yer bırakmıyor.

Suç romanları yazdığını iddia eden bir adamı konu alan bir suç romanı Gerçek ve Diğer Yalanlar. Henry Hayden adlı bu adamın çevresinde gelişen sürükleyici bir öykü. Yanlış kadının ölümüyle sonuçlanan olaylar zinciri havada kalsa bile, Henry Hayden'ın paçasını beladan sıyırıp sıyıramayacağını merak etmekten yine de vazgeçmiyoruz. Karısının "Beyaz Karanlık" adlı henüz yayımlanmamış son romanının henüz yazılmamış son bölümüne düştüğü, "Nasıl bittiğini tahmin edebiliyor musun?" notu, aslında tüm polisiye roman severleri ilgilendiriyor. Henry, "Beyaz Karanlık"ın sonunu merak ediyor, biz de Gerçek ve Diğer Yalanlar'ınkini...


Roman yazan senarist

 

 

 

On beşten fazla dile çevrilen ve Fransa'da 2015 yılının en iyi polisiyesi seçilen Gerçek ve Diğer Yalanlar birçok tiyatro ve radyo oyunu kaleme alan Sascha Arango'nun Almanya'da çoksatar listesinden düşmeyen ilk romanı. Berlin doğumlu Sascha Arango, Almanya'nın en uzun soluklu televizyon dizilerinden birinin -Tatort'un (Olay Yeri)- senaristlerinden biri; dizinin 1996-2015 yılları arasında yayımlanan sekiz bölümünü o yazmış. Bu bilginin ışığıyla bakınca, Gerçek ve Diğer Yalanlar da, yazarının kurguyu bölüm bölüm değil de, sahne sahne ele aldığını düşündürüyor. Özellikle, kitaplarını vahiy gibi inen ilhamla, hiçbir kelimesini düzeltme gereği duymaksızın yazan, sinestezik (duyum ikiliği; örneğin belirli bir ses duyulduğunda, onunla beraber belirli bir rengin de görülmesi gibi) Martha Hayden karakteri, tiyatronun ve televizyonun da seveceği bir karakter.

 

 

 

 

Bu arada özgün bir tarzla televizyona aktarılan Tatort, üzerinde biraz daha durulmayı hak ediyor. 1970'den bu yana Almanya'nın ARD kanalında yayınlanan dizinin her bölümü Almanya'nın farklı bir eyaletinde geçiyor, her bölümde farklı bir şehrin komiseri yeni bir suçun aydınlatılması için çalışıyor. (2010'dan beri dizinin kadrosunda yer alan Sibel Kekilli de Kiel'in komiserlerinden birini canlandırıyor.) Bir dönem Türkiye'de Bizimkiler'i izlemek nasıl bir gelenek idiyse, Tatort da benzer bir şekilde, pazar akşamları televizyon izleyicisini ekran başında topluyor.


Sırrının bekçisi

 

"Sırrının bekçisi olarak bir an bile dikkatsiz davranamazsın," diye yazıyor Martha Hayden, "Suçun Müthiş Ağırlığı"nda. Tavan arasına yerleşip kirişleri kemiren sansar misali, suç da suçlunun içini kemiriyordur mutlaka. Vicdan azabı duymak her katilin erişebileceği bir mertebe değilse bile, yaptıklarını kimseye anlatamamanın yükünü hepsi sırtlanmak zorunda kalıyor olmalı. "Susmak insanın doğasına aykırıdır," yazıyor Martha Hayden. Henüz onu tanımıyorken bile, ilhamını kocası Henry Hayden'dan alan bir yazar o.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.