Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

BaşkaDünyalar // Büyücünün büyüme öyküsü


Gayet iyi
Toplam oy: 742
David Eddings // Çev. Bülent Somay
Metis Yayıncılık
Başka dünyaları keşfetmenin aslında neye tekabül ettiğini gösteren tüm büyük eserler gibi, Belgariad da bir kahramanın haritasını çıkarıyor.

“Neyin hikâye, neyinse hikâye kılığına girmiş hakikat olduğunu kim bilebilir?” David Eddings bu cümleyi yazarken fantastik edebiyatın, özellikle de Ursula K. Le Guin ekolünün üzerinde durduğu “fantezideki hakikat” meselesini irdeleyeceği uzun mu uzun bir yolculuk öyküsü anlatmayı ne kadar planlamıştı bilemiyorum, ama beş kitaplık Belgariad serisi, hakikat ile büyünün ilişkisine dair, başka dünyaların savunusu niteliğinde bir eser.


Beş kitap boyunca, kahramanımız Garion’un büyüme öyküsünü ve nasıl olup da bir büyücüye ve hükümdara dönüştüğünü okuyoruz. Bu dönüşümle beraber iktidarın ve gücün de ne demek olduğunu öğrenen Garion’un çocukluktan çıkış öyküsü ile büyüyü keşif öyküsü kesiştiği anda, bu kesişmeyi, en iyi fantastik kurguyla görebileceğimizi de düşündürüyor Eddings. “Görüp dokunabildiğimiz şeylerin ötesinde bir dünya var ve bu dünya kendi kanunlarına göre yaşıyor. Bu çok sıradan dünyamızda imkânsız olan, orada gayet mümkün olabilir,” uyarısını aldığında Garion’un yanıtı, “Ben bu dünyada yaşamak isterim… Öteki çok karmaşık gibi görünüyor,” oluyor. Beş cilt boyunca da bu çekimser yaklaşımını koruyor kahramanımız, ama kendi içindeki büyücüyü keşfettikçe büyüyor ve büyümenin aslında bir şeylerden feragat etmek demek olduğunu da kavramaya başlıyor.


Eddings, Belgariad’ın her cildine başlarken, arka plandaki mitolojiyi aktardığı bir girişle karşılıyor bizi. Efsaneye göre, dünyanın başlangıcından beri uyum içinde yaşayan yedi tanrı vardır. Her tanrı kendi halkını gözetir. En yaşlı tanrı Aldur ise hiçbir halkın tanrısı değildir. En güzel tanrının adı Torak’tır ama zaman içinde en karanlık tanrıya dönüşecek, Belgariad’ın kötü tanrısı olacaktır. Aldur’un Belgarath adındaki müridi bir büyücü olur. Bir de Aldur’un “yaşayan bir ruh” haline getirdiği büyülü bir taş vardır. Torak bu kıymetli taşın peşine düştüğünde karşısında Belgarath ve kafilesini, en önemlisi de, eserin başkahramanı Garion’u bulacaktır. İşte Belgariad, Torak ve Garion arasındaki mücadelenin anlatıldığı beş ciltlik bir destanın adıdır.

 

 

Garion’un kimlik arayışı

 

Torak dışındaki tanrılar dünyayı terk eder, çünkü onunla savaşa tutuşurlarsa dünyanın bir kıyamet yerine döneceğinden korkarlar. Geride sadece Torak kalır, ama dünyanın kaderi bir kehanete bağlıdır. Eğer Aldur Taşı Riva Kralı’nın soyunda muhafaza edilirse, kötü tanrı Torak dünyaya hâkim olamayacaktır. Taşı koruyacak olan kişi ise Garion’dur.
Aldur Taşı denen bu kıymetli taş, tıpkı Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzük gibi, ona sahip olan kişiyi değiştiren bir arzu nesnesidir. Büyücü Belgarath, taşı almayı reddettiği bir sahnede, “Ona elimi süremem, yoksa beni mahveder,” derken bize Tolkien’in Gandalf’ını hatırlatır. Bilge bir kişi bu taşa sahip olmaktan sakınmalıdır Belgarath’a göre, çünkü “ona ancak hiçbir kötü niyeti olmayan, gönlünde hiçbir iktidar ya da mülkiyet hırsı bulunmayacak” biri, bir nevi “seçilmiş kişi” dokunabilir.


Kehanetin Oyuncağı başlıklı birinci cildin tamamının Garion’un kimlik arayışına ayrıldığını söylemek mümkün ama bu durum Belgariad’ın omurgasını oluşturan, beş cilde de yayılan bir tema. Garion, annesi ve babasının başına gerçekte ne geldiğini buluyor, yanında büyüdüğü Pol Teyze’nin ve ihtiyar Bay Kurt’un aslında kim olduklarını öğreniyor. Eddings’in kelimeleriyle ifade edersek, “Garion’un tüm yaşamını bir günde altüst edece kadar önemli, ama ne olduğunu hâlâ bilmediği bir şeyin peşinde” bir arayış başlıyor. Henüz ilk sayfasından, “Çocukluğu kayıp gidiyordu elinden,” diye başlayan Büyücüler Kraliçesi adlı ikinci ciltte, önceleri reddettiği büyünün nasıl bir şey olduğunu yakından tecrübe edince, çocukluk Garion için mazide kalmaya başlıyor. İşte bu çocukluk nostaljisi de eserin tamamında baskın bir şekilde işleniyor. Garion büyüdükçe, buruk bir zafer hissi, yaralanarak büyümenin kaçınılmazlığının verdiği hüzün çöküyor bu fantastik öyküye. Gerçek adının Belgarion olduğunu öğreniyor ve ilk büyüsünü yapıyor kahramanımız. Annesi ve babasının başlarına geleni öğrendikten sonra intikamını alıyor ama haz almıyor, acı çekiyor bu intikamı almasını sağlayan büyülü gücü nedeniyle. “Sonsuza kadar çocuk kalmak istiyorsun. Kalamazsın ama; kimse kalamaz,” diye biten ikinci cildi, Sihirbazın Tuzağı adlı üçüncü kitap takip ediyor ve burada da aynı izlek devam ediyor. Büyü yapabiliyor Garion ama yapamadığı bir şeyler var hâlâ. İşte altından kalkamadığı bu yükün ne olduğunu bulmak için hem tanrıları hem de kendi iç sesini dinliyor, neyin peşinde olduğunu çözümlemeye çalışıyor. Dördüncü kitap Büyülü Şato’da sırtındaki yük artmaya devam ediyor, çünkü artık sadece bir büyücüye değil, aynı zamanda bir “iktidar” figürüne dönüşüyor Garion. Hatta bu cildin özellikle “iktidar” meselesine eğildiğini söylemek gerekiyor. Son cilt Efsuncunun Son Oyunu ise psikanalitik okumaya fazlasıyla açık bir “babayı öldürme” öyküsüne bağlanıyor. İyi ve kötünün, Doğu ve Batı’nın net sınırlarla ayrıldığı Belgariad’ın finalinde Garion ve Torak karşı karşıya geliyor. İlk kitaptan beri öyküye işlemiş olan burukluk burada da karşımıza çıkıyor. Ancak bir şeyleri kaybederek büyüyeceğimiz gerçeğini iyice belletiyor Eddings.


Tıpkı yüzyıllar önce yazılan, yaratılan ütopya eserlerinde olduğu gibi, 20. yüzyılın fantastik kurgularında da bir harita bekler bizi. Fantastik dünyaların gerçekliği böyle temsil edilir. Bu dünyaların ne ölçüde bir mühendislik harikası olduğu eserden esere tartışılabilir; ancak, örneğin Le Guin, “Ben mühendis değil kaşifim. Yerdeniz’i keşfettim,” der. Eddings’in Belgariad’ında da kusursuz bir icat ya da mühendislik söz konusu değildir. Onun haritasındaki Sendarya, Tolnedra ve Ulgoland gibi coğrafyaların gölgede kalan köşeleri kafamızın içinde keşfedilmeyi bekler. Mekanın keşfi ile kahramanın kendi kimliğini keşfi paralel bir şekilde ilerler. Başka dünyaları keşfetmenin aslında neye tekabül ettiğini gösteren tüm büyük eserler gibi, Belgariad da bir kahramanın haritasını çıkarıyor. Bu haritanın başka nerelere uzandığını görmek için ise, serinin devamını, yine beş ciltten oluşan Malloryon’u okumak ve keşfetmek gerekiyor.

 

 


 

 

Görsel: Fatih Öztürk

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.