Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bellek soruşturmaları



Toplam oy: 909
Simon Critchley // Çev. Tuncay Birkan
Metis Yayıncılık
Bellek Tiyatrosu okuru felsefe, sanat tarihi, mimarlık ve kişisel tarih alanında meşakkatli bir yolculuğa çıkarıyor.

Bugüne kadar roman yazan felsefecilere bir şekilde rastladık. Bilhassa 20. yüzyıldaki varoluşçuluk dalgası felsefi kurguyu ön plana çıkardı. Jean Paul Sartre’ın Özgürlük Yolları ve Duvar kitapları ile Albert Camus’nün Yabancı kitabı bu alanda hem bir açıdan öncü rol üstlenmiş hem de popülerliğini koruyan –en popülerinin ise Freidrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt olduğunu söylemek yanlış olmaz– örnekler olarak karşımızda duruyor. Bu alandaki romanların çoğunda kahraman radikal biçimde merkezi bir konum işgal eder. Olaylar onun etrafında şekillenir ve o sadece olanlarla, olaylarla ve nesnelerle etkileşime girer: Felsefi romanların alameti farikası tam da bu etkileşimdir. Bunların sonucu oluşan edimler ise roman formuna bürünmüş bir felsefi açılımın ve kuramın çerçevesini çizer.

 

Gelgelelim, son örneklerinden birini veren felsefeci Simon Critchley’in Bellek Tiyatrosu’na “felsefi roman” demek kolaycılık değilse de, biraz abartılı bir genelleme olabilir. Nitekim Critchley’in bu metninde romandan ziyade felsefenin ağır bastığını görüyoruz. O yüzden ona roman demeye dilimiz pek varmıyor. Zaten orijinal yayıncı Other Press bu kitabı “fiction” diye tanıtırken, Metis Yayınları “Edebiyatdışı” dizisine almış. Tabii, bütün bunlar Bellek Tiyatrosu’na roman dememize engel teşkil etmiyor.

 

Kitabın kahramanı da kitabın yazarıyla aynı adı taşıyor: Simon Critchley. Romanın yazarı olan Critchley romanın kahramanı olan kurgusal Critchley ile büyük benzerliklere sahip. “Benzerlik” diyoruz, çünkü ikisi arasında ancak “minimal fark” mevcut olabilir – belki de bu bölünmeyi alter ego tetikliyordur.

 

"İzinde" olma hali

 

 

Otobiyografik özellikler taşıyan bu romanın türünü belirlemek yeterince zorlayıcıyken, basit gibi görünen ama ziyadesiyle karmaşık olan konusu da okurun işini kolaylaştırmıyor. “Ölüyordum. Orası kesin. Gerisi hikaye” şeklinde açılıyor kitap. New York’a taşınmış olan kurgusal Critchley, Essex Üniversitesi’ne eşyalarını ve kitaplarını toplamaya gittiğinde odanın bir köşesinde üzerinde burç sembollerinin bulunduğu birkaç tane kutu buluyor. Onun eski bir arkadaşı olan Michel’e ait yazılar ve geleceğe dair bazı projeler vardır bu kutularda. Critchley bu kutulardan birinde 16. yüzyılda Giulio Camillo’nun projesi olan bellek tiyatrosunun bir maketini de buluyor ve bunun peşine düşüyor. 

 

Dolayısıyla Bellek Tiyatrosu’na edebiyat eserlerinde zaman zaman rast geldiğimiz “izinde olma” (à la recherche) temasının hakim olduğunu söyleyebiliriz – romanın adı pekala “Bellek Tiyatrosunun İzinde” olabilirdi. Elbette bu izinde olma halinin Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’siyle olan benzerliği sadece biçim düzeyinde değil, aynı zamanda içerik düzeyinde de geçerli. Proust çaya batırdığı madlen kurabiyesinin ona hatırlattığı unutulmuş Combray günleriyle, Critchley ise bir kaza sonucu yaşamış olduğu hafıza kaybının etkisiyle bellek tiyatrosuyla meşgul olur. Ancak Critchley’in Michel’in ölümü ve kendi hafıza kaybı arasında kurduğu bağlantının zayıf kaldığını da gözden kaçırmamak gerek. Gerçi, kurgusal Critchley’in gaipten duyduğu sesler bellek tiyatrosunun yıkılışını da simgeliyor.

 

Elbette bunlardan hareketle akla hemen polisiye romanlarda karşılaştığımız tutku ve merak duygusunun yoğunluğunu getirmemek gerek. Bilakis, felsefecinin titizliğini ve teorilerinnin birbirleri arasındaki etkileşimi kitaba hakim. Ancak bu Bellek Tiyatrosu’nun sıkıcı bir kitap olduğu anlamına da gelmiyor. Critchley’in kullandığı ironiyle bezenmiş dil, kitabın geneli boyunca hafif bir tebessüme, yer yer de kahkaha atmanıza sebep olabiliyor. Bu metafizik akademi komedisine sürreel öğeler de dahil olunca Critchley okura alışılageldik roman deneyiminin epey dışında bir his yaşatıyor.

 

Kişisel bir teorik roman

 

Ancak bu sıradışılık ve orijinallik hissini anlamak için okurun hem Critchley hakkında hem de onun ilgilendiği konulara ilişkin detaylı bir araştırma yapmış olması gerekiyor. Zira kitapta sayıca çok miktarda felsefi gönderme mevcut. Critchley’in yaptığı akademik bir espriyi anlayabilmek için Hegel’den Aristoteles’e kadar uzanan geniş bir düşünce dizgesinde gezinmiş olmak elzem. Kitap boyunca onlarca filozofun ve kitabın adı durmaksızın karşımıza çıkıyor. Kitapta kullanılan kavramlar da rastgele, olayın akışı içinde değil, bilerek ve özel olarak seçilmiş. Buradan hareketle Critchley’in okurun çıkarımda bulunmasını arzuladığını çok açık bir biçimde anlayabiliyoruz. Örneğin, “organlardan oluşan bir ceset” torbası ifadesinden Artaud’nun (ve haliyle Deleuze ve Guattari’nin) “organsız beden” kavramını anlamamız ve onu romanda doğru bir yere oturtmamız bekleniyor. Critchley, okuru çok büyük bir ihtimalle zorlayacak olan bu kitabı başkaları okusun diye değil, tamamen kendisi için yazmış gibi görünüyor.

 

Farklı yönlere sahip olan Bellek Tiyatrosu okuru felsefe, sanat tarihi, mimarlık ve kişisel tarih alanında meşakkatli bir yolculuğa çıkarıyor. Critchley kendi belleğini ve birtakım metinler üzerinden nasıl sorguladığını – haydi, adını da koyalım: Yapısöküme uğrattığını – bize anlatıyor. Tam da bu anda bize aktardığı parçalanmış felsefe tarihi de belleğin gücünü ifade ediyor. Bireyin benliği ve bellek arasındaki farka dikkati çeken Critchley aradığı sonuca ulaşmış gibi görünüyor. “Bellek tekrarlamaktır. Elbette. Ama bir farkla tekrarlamaktır,” diyor, çünkü, “Bellek tiyatrosu benim belleğime indirgenemez.” Yaklaşık yetmiş sayfalık bu roman-olmayan-romanda Critchley teori oluşturmanın farklı bir yolunu sunuyor.

 

 


 

 

* Görsel: Erhan Cihangiroğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.