Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir fil kadar hüzünlü



Toplam oy: 826
Jodi Picoult // Çev. Serkan Göktaş
April Yayıncılık
Kendinizi, geçmişinizi, anılarınızı, acılarınızı ve hüznünüzü filler kadar hatırlıyor ve onlar kadar vakur bir şekilde bırakacağınızı düşünüyor musunuz?

Filler neyi unutmaz bilir misiniz? En çok neyin acısını yaşar? Nasıl bir anne, nasıl bir aile bireyidir? Acı çeker mi? Ölümü anlar, yas tutarlar mı? Soruların hepsini, öznenin yerine “insan”ı koyarak sorabilmek mümkün ve aslında fillerden anlıyorsanız, şaşırtıcı da değil. Hâlâ şaşırtıcı olabilense altı tonluk bir hayvanın sizden daha hassas, daha duygusal olamayacağını düşünmek; işte bu ancak insana özgü bir egonun sonucudur. Ya da Jodi Picoult’nun da dediği gibi, “Hüzün duygusunun insanların tekelinde olduğunu düşünmek egoistliktir.” Oysa insanın aksine bir fil, “asla olduğundan farklı görünmeye çalışmaz.” İnsanlar gibi yas tutar ancak zamanı gelince bırakıp hayatına devam edebilir. 13 yaşındaki Jenna’nınsa hayatına devam edebilmesi için annesine ne olduğunu bulması gerekiyor. Ama onun araştırmasına dahil olan herkes bir şekilde sesini buluyor. Bulaşıcı bir düşünme şekli ya da ters empati gibi. O zaman biz de öyle bakalım...



13 yaşındasınız, 3 yaşından kalan anılarınızdan hatırlayabildiğiniz kadarıyla mutlu olan aileniz, bir gün, yaşadığınız fil barınağındaki akıl almaz bir olayla dağılıverir. Çalışanlardan biri fil tarafından ezilmiş, babanız aynı gün aklını kaçırmış ve anneniz de ortadan kaybolmuştur; sizi ölümleri sorgulamayan bir büyükanneyle bırakıvermiştir hayat. Ya da çocukluğunuzdan beri orada olmayan insanları görüyorsunuz, yaşınız ilerledikçe bunun bir nimet olduğunu fark ediyor ve dolayısıyla fark ediliyorsunuz. Bir medyum olarak ün kazanıyor, işi Emmy ödülü alacak kadar ilerletiyor ve sonra birden, egonuzun sesi yol gösterici ruhlarınızın sesini bastırınca tepetaklak olmuş hayatınızla şehrin en korkunç semtinde üç kuruşa fal bakarak hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. Belki de, başarılı bir dedektif olma yolunda hevesle araştırmaya girdiğiniz davalardan birinde çalışırken, ömür boyu hayaletiniz olacak bir vakaya çatıyor ve her şeyi bırakıp, özel dedektiflik adı altında, acınası bir hayatı alkolik olarak sürdürüyorsunuz. Ama bu yalnızca annesini kaybeden Jenna, itibarını kaybeden medyum Serenty ya da inancını kaybeden dedektif Virgil’ın hikayesi değil. Aynı zamanda kayıp anne Alice’in kendini bulma hikayesi.



Fillerin travma sonrası stres bozukluklarını ve hüznün onlar üzerindeki etkisini araştıran bir bilim insanı Alice... Onların kendinden daha iyi anne olma nedenlerini, ölümlerle nasıl başa çıktıklarını, aile olmayı nasıl başardıklarını, çocuklarını nasıl delice sevebildiklerini sorgularken fark etmeden onların rolüne bürünür. Görevi filleri uzaktan izlemek ve olaylara müdahale etmemek olsa da, onların kendine yol göstermelerine izin verir. Araştırması fillerin acıyla nasıl başa çıktıkları değil, insanların acılarıyla nasıl başa çıkamadıkları üzerine evrilir.



Ayrılık Vakti
, aramanın olduğu kadar kayıplarla başa çıkmanın hikayesi. Herkesin hayatta kaybettiği bir şeyler olduğunu en can acıtıcı anıları kanırtarak hatırlatan, ayrılık vakti geldiğinde gerçekten doğru soruları sorup cevapları almaya hazır olup olmadığınızı sorgulatan... Geriye tek bir soru kalıyor: Kendinizi, geçmişinizi, anılarınızı, acılarınızı ve hüznünüzü filler kadar hatırlıyor ve onlar kadar vakur bir şekilde bırakacağınızı düşünüyor musunuz?

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Mete Kaplan Eker

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.