Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir tür yaratmak ve bir 'türlü' yaratamamak



Toplam oy: 1253
Cumhur Orancı
Ayrıntı Yayınları
Acı Düşler Bulvarı, hunharca işlenmiş bir cinayeti oldukça rahatsız edici bir dille anlatıyor.

Bana kalırsa Türk edebiyatında, özellikle genç yazarlarda görülen en büyük hatalardan biri de yeni bir tür yaratma hevesidir. Editörlük yaptığım ya da yazarlık kurslarında ders verdiğim yıllarda en sık karşılaştığım şeylerden biri şuydu: gelen dosyaların çoğu bildiğimiz herhangi bir türe girmez; masal değildir, öykü değildir, şiir değildir. Yazarı da bunu zaten gururla söyler, hiçbir türe girmiyor, yeni bir şey yaratmak istedim vs. der. Ben de hep şunu söylemişimdir; “Lütfen yeni bir tür yaratmayın.” Tarih boyunca yaratılan edebiyat türleri bir elin parmaklarını anca geçer; dolayısıyla bir kişinin kendi başına bir tür yaratması çok ama çok nadir görülebilecek bir durumdur ve belki de hiç olmamıştır. 

 

 

Bunun bir başka yönü de şudur. Elimize ilk kez fırçayı alıp bir tuvalin başına geçsek, çok büyük bir olasılıkla soyut bir resim yapmaya kalkarız. Zannederiz ki en basiti odur. Bu çok temel bir yanılgıdır. Çünkü somut olanı kusursuz çizmeyi bilmeden soyut olanı çizemezsin. Bir yapıyı çok iyi kavramadan o yapıyı yıkıp ondan daha iyisini yapamazsın. Picasso’nun eskizlerinde gördüğümüz bir şey vardır; somut boğadan soyut boğaya geçiş aşamaları tek tek çizilmiştir. Picasso, soyut boğayı elde edene kadar kusursuz çizdiği somut boğadan yola çıkıp bolca ter dökerek soyut boğaya ulaşabilmiştir. Meşhur sözüdür; "12 yaşından beri Rafael gibi çizebiliyordum, ama bir çocuk gibi çizebilmek için bir ömür harcadım." Dolayısıyla bir türün kurallarını yıkmadan önce Rafael gibi çizebilmek gerekir.

 

 

 

 

Okurun kafasında başta yaratılan sorunla sonunda verilen çözümün çakışmaması olumsuz bir etki uyandırıyor ve kitaba nahoş duygularla veda ediyorsunuz. 
(Çizim: Ahmet Özcan
)

 

 

 

Bunları düşünmeme yol açan şey, az önce okuyup bitirdiğim, Cumhur Orancı’nın yeni romanı Acı Düşler Bulvarı, kitap korkunç bir sahneyle başlıyor. Sahne romandan ayrı, bir prolog şekline veriliyor ve hunharca işlenmiş bir cinayeti oldukça rahatsız edici bir dille anlatıyor. Bu açıdan son derece başarılı, okuyanın bir daha asla unutmayacağı bir giriş yapılmış oluyor.

 

 

Her bölümde bir kadın ve bir erkek var, yazar kahramanların isimlerini doğrudan anmıyor, sadece 'kadın' ve 'erkek' olarak söz ediyor; ancak konuşmalarından ya da bazen birbirlerine seslenmelerinden anlıyoruz isimlerini ya da kim olduklarını. Bu da, zaten oldukça karmaşık bir kurguyla anlatılan hikayeye yapay bir zorluk daha katıyor. Hikayenin doğal geriliminin üzerine bindirilen bu yapay gerilim, bana kalırsa gereksiz bir sos olmuş ve esas olayın tadına varmayı zorlaştırmış.
Dikkat çeken bir başka şey de, bütün kişilerin, diyalog sırasında akıllarından konuyla alakasız şeyler geçip durması; kimi evindeki lambayı hatırlıyor, kimi daha da alakasız bir şeyi. Hikayeyi takip etmeyi fazladan zorlaştıran unsurlardan biri de bu. Ve bu çok sık oluyor ve nedense romandaki herkes böyle. Bunların herhangi bir amaca hizmet ettiği de yok üstelik. Yazar bütün kişilerin beynine girip çıkıyor. Hem konuşturuyor, hem de içinden geçenleri haber veriyor. İsim kullanmadığı ve çok sık perspektif değiştirdiği için de zaman zaman hangi düşüncenin hangi kişinin aklından geçtiğini anlamak zorlaşıyor.
Romanda bazı aslında çok gereksiz, hatta basit bir ihmal gibi görünen kimi tutarsızlıklara da rastlanıyor. Örneğin, kahramanlardan birinin, eniştesinin fotoğrafları görme sahnesi 3 farklı yerde anlatılıyor, ama bunlardan biri diğer ikisinden tamamen farklı. Bu bilerek yaratılmış, cinayetin çözülmesine katkıda bulunacak bir farklılık değil üstelik. Unutkanlıkla, ya da özensizlikle açıklanabilecek bir şey.

 

 

Ancak en temel tutarsızlık, romanın temel sorunuyla o sorunun çözümü konusunda yatıyor. İlk sahnede anlatılan cinayeti işleme şekliyle, çözüm sahnesinde anlatılan şekil birbirine uymuyor. İlk sahnede hunharca bir cinayete maruz kalan kurban, çözüm sahnesinde, bir şekilde kendi kendini öldürmeye yönlendirilmiş gibi açıklanıyor. Bunun gözden kaçması mümkün olamayacağına göre, burada okurun yanlış yönlendirilmesinden, dolayısıyla bir hileden, ancak “edebi” olmayan bir hileden söz edebiliriz. Gelgelelim en saf okur bile böyle bir hileyi yutmaz ve buna maruz kalmak istemez. Burada da benzer bir şey oluyor. Okurun kafasında ilk başta yaratılan sorunla sonunda verilen çözümün çakışmaması olumsuz bir etki uyandırıyor, doyum sağlamıyor ve kitaba nahoş duygularla veda ediyorsunuz. 

 

 

Pek çok neden-sonuç ilişkisi tam yerine oturmuyor ve okuru inandırmıyor. Bir sürü şeyin geçek yüzü netleşmeden kalıyor. Birçok aşamalardan geçen ve birçok kişinin katılımıyla gerçekleşen bir cinayet sisteminin, onlarca yılda sadece 3 kere kullanılması ve basit bir cinayetin bu kadar karmaşık ve zahmetli bir yöntemle gerçekleştirilmesi, bazı soruları ortaya çıkarıyor ve bunlara kitapta bir yanıt yok.

 

 

Acı Düşler Bulvarı genel olarak bakıldığında bir yeraltı-polisiye romanı.  Ama çoğu zaman yerüstünde geçen ve sonunda gökyüzüne ulaşan bir deneme. Tam bir polisiye yapısı yok. Daha çok yeraltı edebiyatı havasında geçen, ama ne tam bir edebiyat ne de tam bir yeraltı olabilen bir cinayet romanı. Ne yeraltı edebiyatının temel unsuru olan toplum-sistem eleştirisi var ne de cinayet romanlarının alışılmış temel unsurları. Ne olayları çözen tam bir dedektif, polis ya da gazeteci, ne de tam bir cinayet. Ama hepsinden bir parça var. Cinayeti de onlar değil, zaten yazar çözüyor. Sonuçta ortaya çıkan şey, melez bir yapı. Bir türlü 'türlü' olamayan bir tür.

 

 

Ve bütün bunların sonunda, (bir polisiyenin sonunu söylemek gibi büyük bir günah işlememek için, şunu söylemekle yetinelim) dumanlarıyla birlikte cin, bir anda lambanın içine geri çekiliyor ve siz elinizde sönük bir lambayla kalakalıyorsunuz.

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.