Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir yazar-gezerin metinleri



Toplam oy: 522
Cees Nooteboom // Çev. Burcu Duman
Everest Yayınları
“Yazının bulunmasından önceki çağa ait” bir tanrıya yazıyor Nooteboom; yirmi üç mektup ve aralarına serpiştirilmiş bir dizi metin...

Cees Nooteboom, her zamanki gezilerinden birisinde, “2008 yılında, Münih’te bir Şubat günü, Marienplatz’da Sandor Marai’nin bir kitabını” satın alır ve onu okuyacak bir yer bulmak için yürümeye başlar. Tesadüfen, oturduğu lokantada önüne gelen peçetede -yazlarını geçirdiği adanın denizinin renginde, mavi harflerle- Poseidon yazmaktadır, denizlerin tanrısı! Bunu bir işaret olarak algılar: “Tanrı önümde üç dişli yabasıyla duruyor ve ben, her ne kadar kitap okuyor olsam da, kitabı bitirir bitirmez ona mektuplar, hayatımı anlatan küçük anlatılar yazmaya karar veriyorum.” Sonra kış biter, yaz gelir, Poseidon’la rutin randevusuna kafasında onlarca soru ile adasına gider ve yazmaya başlar. İşte elimizdeki kitabın ortaya çıkış öyküsü: “Sen bir tanrısın, bense bir insan. Neresinden bakarsan bak, durum bu. Öte yandan bugüne dek hep sormak istediklerimi sorabilirim belki. Sizler için insan nedir? Fani olduğumuz için bizi küçümsüyor musunuz? Yoksa aslında tam tersi mi? Ölme yetimiz var diye bizi kıskanıyor musunuz?... Peki hangisi daha gizemli, ölebilen biri mi, yoksa hiç ölemeyen biri mi?”


Kitaba kısa bir giriş yazan Alberto Manguel, “bu dünyadan göçmüş olanlara mektup yazmak antik döneme ait bir yazın türüdür,” diyor ve örnekleri sıralıyor, ancak Nooteboom’un bir farklılığı var: “yazının bulunmasından önceki çağa ait” bir tanrıya yazıyor. Toplam yirmi üç mektup ve aralarına serpiştirilmiş bir dizi metin...


Nooteboom, tabiri caizse bir yazar-gezer; seyahat onun için bir tutku. Bu tutkudan bu metinler de nasipleniyor, dolayısıyla, kitaba aynı zamanda bir seyahat kitabı dememizde bir sakınca yok. Metin parçacıkları dünyanın dört bir tarafından ekleniyor bütüne: Bir hayvanat bahçesindeki izlenimler, Madrid’de Prado müzesinde gördüğü bir tablonun esinlendirdiği düşünceler, günlük hayatın akışı içindeki çok sıradan karşılaşmalar, Amazon’da bir gezinti, bir bitki, bir haber, bir Godard filmi, İkinci Dünya Savaşı’ndan bir hikaye…Hepsi bir yandan bağımsız parçalar gibi var olurlarken, bir yandan da Nooteboom onları ince ince teğelliyor ek yerlerinden.

 

 

 

Avrupalı bir romancının kültürel birikimi

 

Konu Poseidon ile -tek taraflı da olsa- mektuplaşma olunca, ister istemez mitolojinin belli bir ağırlıkta olduğu metinler çıkıyor ortaya. Avrupalı bir romancının kültürel birikimine ve adeta düşünme biçimine tanıklık ediyoruz. Sanatsal üretimin olmazsa olmazı mevcut tarihi kültürel ve edebi birikimle diyalog giriyor devreye. Metni bir bütün olarak okur için zorlu hale  getiren de bu özelliği. Nooteboom’un araya Poseidon’u da yerleştirdiği düşünsel diyaloğuna eşlik edebilmek için asgarinin üzerinde bir mitoloji bilgisi gerekiyor. Benim gibi o konuda pek bilgili ve meraklı değilseniz (ortalama okur?) zaman zaman sıkılma riski söz konusu.


Noteboom dokuzuncu mektupta Poseidon’a isminin nereden geldiğini soruyor örneğin: “İsimler aslında nedir? Bir isim bir eşyayı veya insanı adlandırır ama o kişi veya eşya aslında isim değildir. Hepimizin bir ismi vardır ama bizler isimlerimiz değilizdir. Bedenlerimizi terk ederiz, isimlerimizi beraberimizde götürmeyiz, onlar boş fişekler veya mezar taşlarındaki sözler gibi geride kalır. Ya da tam tersi, bedenimiz ölür ve olduğumuzu düşündüğümüz şey bedensizliğe dayanamaz ve doğumumuzdan önceki yokluğun aynısında kaybolur. Bu konudan bahsetmemin nedeni, isminin nereden geldiğini bilmek istemem.” Ya da, geçen gün Poseidon’un yuvasının yamacında taş topluyordum. Taş toplarken taşlardan başka bir şey düşünemem; büyülenirim onların güzelliği ile, hele de deniz suyu ile ıslanmış, cilalı gibi görünen, asırlarca suyun, rüzgarın heykeltraşlığı ile yontulmuş değişik renklerdeki taşlar… Tam da üzerine geldi işte “Taş” başlıklı bölüm: “Bazı nesnelerin cazibesini, özellikle de nesnel değerleri yoksa, bazen açıklamak imkansızdır. Kolaylık olsun diye taş diye adlandırdığım bir şeyden bahsediyoruz ama aslında o bir taş değil…Suyun geride bıraktığı her şeyi üzerinde barındıran eğimli bir tepecik, dallar, kütükler, bir balık ölüsü, boş plastik şişeleri ve taşlar vardı. Ve benim taşım. Kırmızı renginden ötürü hemen gözüme çarptı, ama yalnızca kırmızı değildi. Daha çok bilinmeyen bir alayın taşlaşmış sancağıydı.” Ya da, “Unutmak belleğin yitik kardeşidir, iki kardeşten, mülkiyetine sahip olduğunu düşündüğün şeyi büyük bir iradeyle yöneten uyumsuz olanıdır. Hatıra, nihayetinde kendi topladığın ve kaydettiğindir, onu kaybettiğinde sanki sanden bir şey çalınmış olur,” diyor Ekvador’da, Kızılderililerin dibi olmadığını söyledikleri Quilotoa kraterinin kenarında iken, Theseus ile ilgili bir şeyin aklına gelmesini anlatırken. Bu tür metinlerin bir işlevi de bu herhalde, yazarın hatırladıklarının çağrışımları ile bizlerde de hatırlama süreçlerini tetikleme potansiyeli taşımaları.


Nooteboom severlerin kitabı çoktan edindiklerine eminim, yeni tanışacaklar için uygun bir ilk kitap olmayabilir, ama mitoloji severler kaçırmasınlar. Kitabın sonundaki “Notlar ve Resimler” bölümü ile ilgili de son bir not: Kitabı detaylı olarak karıştırmadan okumaya başlarsanız, öyle bir bölüm olduğundan haberiniz olmuyor, zira metnin içinde, altında bir gönderme, referans yok! Sonra kitabı bitiriyorsunuz, ve bingo! Neredeyse her metinle ilgili bir görsel veya ilave notlar, elbette onlar ancak okuma sürecinde zıplandığında anlamlı. Kitabın orijinali de böyle mi bilmiyorum, ama böylesi pek olmamış.

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Tayfun Pekdemir

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.