Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir zettel: Küre



Toplam oy: 687
Murathan Mungan
Metis Yayıncılık
Küre, bir bilgenin elinden çıkmış, bize hem unuttuğumuz hem de hiç bilmediğimiz yepyeni “duymaları” gösterecek bir eser…

Murathan Mungan 1980’lerden sonra edebiyat dünyasına girmiş ve bu dünyada kendine has bir yer edinmiş, edebiyatın neredeyse her türünde eser vermiş bir isim. Edebiyata yaklaşımında ve onu ortaya koyuş biçiminde sadece metin değil metnin sunumu, kitabın bir nesne olarak metinle bütünleşmesi de onun için önemli bir etken. Eserlerinin kitap olarak farklı seriler halinde ancak ayırt edici niteliklerle ya da ressamların onun kitapları için yaptığı özel kapak resimleriyle yayımlanması, onun metinlerinde görüntü ve dış dünyayla kurduğu bağlantıyı da beraberinde getiriyor. Nitekim Mungan’ın metinlerine baktığımızda aynı zamanda iyi bir okur olduğunu ve resimden de oldukça bahsettiğini görebiliriz. (Tabii müzikten söz etmeye hiç gerek yok. Müzik, onun uzmanlık alanlarından…)


Küre
, “Poetika Yazıları” ve “Mavi Kitap” alt başlığıyla yakın bir zaman önce yayımlandı. Yine Mungan’ın kitabı bir nesne olarak metinle buluşturduğu bir eserle karşı karşıyayız. Daha önce yayımlanmış yazılarından ve bazı notlardan oluşan bu kitap, onun şiir üzerine yazılarını bir araya getirdiği ilk kitabı… Kitaba adını veren “küre” de eserde şu şekilde yer alıyor: “KÜREYE BENZER ŞİİR. Kendi yasaları içinde ışıyan bir kristal. Belki de şiir için ilk kamaşma. Kristali görme arzusudur şiir. Işığın yasalarını, aydınlattıklarını anlama arzusu. Bu yüzden belki de küreye benzer şiir. Öte yandan: Sizin yazdığınız, okurun küresinde nasıl görünür?” Bu satırların, aslında kitapta Mungan’ın anlatmak istediklerinin bir özeti olduğunu düşünüyorum. Nitekim kitabın kapağındaki, içinde bir kürenin ışıdığı çiçek de bununla paralel. Her ışıdığında giderek çiçeklenerek, dallanarak kök salan bir imge ile bütünleşiyor bu küre. Bu noktada kitap boyunca şiirin ortaya konulması, ortaya konulurken çekilen sıkıntılar, şiirde sakil duran unsurlar, şiirin seslendirilmesi gibi birçok boyut, yine yukarıdaki alıntıda yer alan “kristal” sözcüğünde karşılığını buluyor. “Kendi yasaları içinde ışıyan kristal.” Kristalin ışığı çok yönlü ve boyutlu yansıtma özelliği ile kürenin bir arada düşünülmesi Mungan’ın eserinde şiirin kendi kendine dönüklüğü göndermesine de paralel. Çünkü ona göre şiirin, hatta burada sadece bütün olarak şiir sanatından değil tek tek yazılan her şiirden bahsettiğinde bu şiiri oluşturan yapıya ait tüm unsurların her seferinde onun kendi bünyesinde, kendi kurallarıyla oluşmasından söz etmesi de bundan. Her şiir kendi yasalarını kendisi belirliyor. Ancak bu demek değil ki bir şairi diğer şairlerden ayırt edici unsurlar yok. Tabii ki var. Orada önemli olan ise işte şiirin bu kendi içindeki kendine has bünyeyi kurabilen, yaratabilen şairde. Eğer şair bunu yaratamıyor ya da şiirin kendine haslığını fark edemiyorsa zaten ortaya çıkan da mekanik bir anlatıdan başka bir şey olmuyor. Bu noktada aklıma Tanpınar’ın avize benzetmesi geliyor. Birçok kez şiiri ve Boğaz’ı anlatmak için “avize” kavramını “billurlaştırmak” ile birlikte kullanan Tanpınar’ın “küre”yi neden kullanmadığını düşünmek bu bağlamda ipucu olabilir. Avize, her ne olursa olsun birçok ışığı bünyesinde barındırır ama ışık hiçbir zaman her yerde aynı şekilde ışımaz. Kürede ise ışık, kürenin her bir kesimine yayılır. Avize ışıkla bir dağılma ilişkisi kurar, küre ise yayılma ilişkisi. Mungan’ın şiir sanatı hakkındaki yazılarına küre adını vermesini bu avize ve küre benzetmelerinden yola çıkarak anlatma girişimimin temelini de bu oluşturuyor. Gerek Tanpınar’ın gerekse Mungan’ın benzetmelerinde bir nesnenin ışık ve geçirgenliğini kullanmalarında sanırım her ikisinin de sadece şiir değil edebiyatın birçok türünde eser vermeleri kadar resimle, görme ve anlatma ilişkisi arasında kurdukları ilişki de önemli. Işık ve nesne arasında kurulan ilişki başlı başına şiirsel bir ilişki iken, bunun anlatıyla birleşmesi de ikisi arasıdaki önemli bir akrabalık. Neden bundan bahsediyorum? Mungan’ın poetika yazılarında kurduğu bu ilişkiyle, belki uzun yıllardır poetikasını oluşturma noktasında bir şairin bıraktığı yerden poetikasına devam ettiğini, poetika kavramına yıllar sonra benzer bir zenginlik getirdiğini düşünüyorum.

“Kıvılcımlar, çakımlar, şiire uç veren söz parçaları”

 

Poetika kavramına ve bu türün yazımına katkıda bulunan Mungan’ın eserini ortaya koyarken seçtiği biçimin fragman olması da önemli. Bu sayede kürenin içindeki ışığın görünürlüğü gibi çağrışımlarla hareket eden bir metin çıkıyor karşımıza.  Hareket ediyor diyorum, çünkü fragman ona bir hareket alanı veriyor; metin kürenin içinde devinen bir zaman parçacığını da taşıyor. Bu zaman parçacığı ışıkla birleşerek farklı görünüm ve geçirgenliklerle çağrışımlara dönüşüyor.
Yazının başlığında kullandığım “Zettel” sözcüğü de bu bağlamda anlam kazanıyor. “‘Zettel’ üstüne not yazılmış kâğıt parçası anlamına geliyor Almancada. Wittgenstein, içine notlarını attığı kutu-klasörüne bu adı verip etiketlemiş. Ben de şiir sanatı üzerine bir çeşit ‘zettel’ sayılabilecek kısa notlarımı, zihinsel eskizlerimi bir dizi kitap olarak toplamak niyetindeyim ömrüm ve sözüm oldukça… kıvılcımlar, çakımlar, şiire uç veren söz parçaları… Gerisi size kalmış.” (s. 109)


Kendi adıma, Murathan Mungan’ın bir bilge olduğunu düşünmüşümdür. Bizzat kendi sanatının bir parçası olan şiirine dair yazdıklarını ortaya koyuş biçiminde de bunu görmek mümkün. Mungan, hiçbir zaman okurunu salt bir şey okuma düşüncesiyle baş başa bırakmaz. Aynı zamanda hissetmek de onda her zaman bulunur. Türkçede “duymak” kelimesinin kazandığı geniş ve zengin anlam birikimini bir arada taşıyan bazı şair ve yazarlar vardır. Onların eserlerinde duymak sadece düşünmek, hatırlamak, özlemek değil aynı zamanda hissetmek anlamını da taşır. Küre, bunların hepsini içinde barındıran bir bilgenin elinden çıkmış, bize hem unuttuğumuz hem de hiç bilmediğimiz yepyeni “duymaları” gösterecek bir eser…

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Murat Miroğlu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.