Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bizden bir santimetre uzakta


İyi
Toplam oy: 1052
Geoff Dyer // Çev. Ayşe Ünal Ersönmez
Sel Yayıncılık
Geoff Dyer yanı başımızda bizimle film izliyor, sevdiği yazar için yazmaya çalıştığı incelemeyi her daim ileriye sallıyor, kadınlarla flört edip kafayı bulmaktan yapması gereken işi yapamıyor. Dyer, bizden bir santimetre uzakta.

Geoff Dyer, Londra’da bir kitapçıya gider ve kendi kitabını çoksatanlar bölümünde görür. Kitapçının sahibini ismen de olsa tanıdığından, yanına gidip bunun doğru olup olmadığını sormanın iyi bir fikir olduğunu düşünür. “Hayır,” der kitapçı, “tabii ki doğru değil. Sadece nereye koyacağımızı bir türlü bulamadık.” Mevzubahis kitap, yazarın But Beautiful: A Book About Jazz kitabıdır ve kitap bir müzik-caz kitabı değildir. Kitap için anı denemez, içindekiler öykü sayılamaz. 

 

Sayısız ödül sahibi, 1958 doğumlu İngiliz yazar Geoff Dyer’ın yazdıkları 24 dile çevrilmiş. Yazdıklarıyla İngiliz dilindeki en orijinal yazarlar arasında gösterilen Dyer, cazdan D. H. Lawrence’a, seksten seyahate türlü konular hakkında denemeler, romanlar, öyküler yazmış bir yazar. Mart ayında İngiltere’de çıkan Another Great Day at Sea adlı kitabında George H. W. Bush uçak gemisindeki bir haftasını anlatan Dyer, savaş gemileri hakkında da yazmış oldu.

 

İz sürücüye bir iz sürücü

 

 

Geoff Dyer’ı Türkçe okuru ilk olarak Everest Yayınları tarafından yayımlanan Zona (Bir Odaya Yapılan Bir Yolculuk Üzerine Bir Film Üzerine Bir Kitap) ile tanıdı. Kitapta Geoff Dyer, Tarkovski’nin Stalker filminin plan plan analizini yapıyor, bu başyapıtın büyülü dünyasında bizi bir maceraya çıkarıyordu. Stalker’in, Boris ve Arkadiy Strugatskiy adlı iki yazarın Uzayda Piknik adlı kitabından uyarlandığını düşünürsek, Geoff Dyer’ın Zona kitabı aslında bir kitaptan uyarlanan bir film üzerine yazılmış bir kitap olma özelliğini de taşıyor. 

 

Dyer’ı tanımayanların aklına gelecek ilk soru şu olsa gerek: Sevdiği bir filmi anlatan arkadaşlarımızı bile on saniye dinledikten sonra sıkılırken, halihazırda belki de birçok kez izlediğimiz bir filmin plan plan analizini bir de neden İngiliz bir yazardan okuyalım? Bunun cevabı, Dyer’ın caz kitabını koyacak bir yer bulamadığı için çoksatan rafına koyan kitapçıda saklı. Dyer’ın caz kitabı nasıl bir müzik kitabı değilse, bu kitap da, bir sinema analizi değil. Dyer, “Daha sonra İz Sürücü sahneye giriyor” tarzı bir anlatımdan ziyade, DVD oynatıcısının play tuşuna basıyor, eline klavyesini –belki de kalemini- alıyor ve başlıyor yazmaya. Kimi zaman karaktere takıyor kafayı ve filmi izlerken yanı başınızda konuşan geveze üniversite arkadaşınız oluyor, kimi zaman Heidegger’den, Zizek’ten, Nuri Bilge Ceylan’dan bahsediyor ve bir sinema eleştirmeni oluyor. Hatta kitabın orta yerinde, bölümü kesiyor ve sinemadaki gibi bir ara bile veriyor. Kitap filmle ilgili bir kitaptan, bir sinema analizinden çok, filmi ödüllü İngiliz bir yazarla izleme kitabı. Dyer, Bölge’ye gidenlere eşlik eden İz Sürücü gibi, bizlere film boyunca eşlik ediyor ve ortaya özgün bir okuma macerası çıkarıyor.

 

 Jeff Venedik'te, peki Varanasi'deki kim?

 

Geoff Dyer’ın Türkçeye çevirilen bir diğer kitabı, Venedik’te Aşk Varanasi’de Ölüm, Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kitap, Türkçedeki üç Geoff Dyer kitabı arasında, en azından roman rafına koyulabilecek, sınırları kısmen daha belirli olan kitap. İlk bölümü nehirlerin ortasındaki Venedik’te, ikinci bölümü Ganj Nehri kıyısındaki Varanasi’de geçen kitapta, Dyer bize iki farklı öykü anlatıyor. İlk bölümde üçüncü tekil şahıstan dinlediğimiz hikaye, ikinci bölümde birinci tekile geçiyor; ilk bölümdeki bıkkın ve umarsız gazeteci Jeff, birinci tekilde daha olgun ve görmüş-geçirmiş bir karaktere bırakıyor yerini. 

 

Kitabın ilk bölümü, 40’lı yaşlarında, bıkkın ve umarsız gazeteci Jeff Atman’ın Venedik’e bienal açılışı ve bir söyleşi için gönderilmesiyle başlar. Jeff kendisini hiç tahmin etmediği bir biçimde tutkulu bir aşkın içinde bulur. Laura çok hoş bir kadındır, Jeff de afallamaz; zihni müstehcenlikle dolup taşsa da, Laura’nın göğüslerine değil köprücük kemiklerine iltifat etmeyi başarır ve bir aşkın içinde bulur kendisini. (Bir not: Geoff Dyer’ın kadın-erkek ilişkilerini yansıtmadaki mahareti birçok kitapta görülüyor. Bu kitapları okurken, aniden tüm kitapların Rebecca adlı tek bir kadına ithaf edildiğini öğrenmek ise, beklenen mi yoksa şaşırtan bir sonuç mudur, bu cevap kişiden kişiye değişiyor işte.) 

 

Venedik kısmı, aynı zamanda bir bienalde de geçtiği için, bienal eleştirisi de barındırıyor içinde. Hırslı gözlükleriyle gülümseyen insanlar, hiçbir şeye erişimi olmayan halk takımı, en tepede yer alan sanatçılar, küratörler ve hemen ardından gelen koleksiyonerler, gazeteciler eleştirmenlerle bienal camiasının hiyerarşik yapısı ve saçma kast sistemi. Bu kast sistemi ikinci bölümde gerçek kast sistemine dönüşüyor: İçinde para bulunan gümüş kap sallayan şanslılar, kabı olmayan şanslılar; elsiz şanssızlar. Bellini içilip sohbet edilen bienalden, ikinci bölümde gerçekliğin ortasına düşüş, ilk bölümdeki üçüncü tekil ve ikinci bölümdeki birinci tekili de açıklıyor gibi. İlk bölümdeki karakter Jeff, ikinci bölümde hayatın ortasına düşüyor ve ete kemiğe bürünüyor: Geoff? 

 

Yaratıcısının iradesi kadar özgür biçimli

 

Alain de Botton’ın sözleriyle “Bir D.H. Lawrence müptelasının iç dünyasını son derece eğlenceli ve özgün bir şekilde anlatan” Bir Hışımla, şüphesiz Türkçedeki en ilgi çekici Geoff Dyer romanı. Everest Yayınları tarafından yayımlanan, otobiyografik roman, gezi, edebiyat incelemesi, itirafname, taşlama, anı, anlatı… olarak nitelendirilebilecek kitap, D.H. Lawrence üzerine bir saygı sunumu niteliğinde bir kitap yazmaya soyunan yazarın hikayesi. Fakat bir sorun var; bu yazarın dikkati epey dağınık:

 

“Lawrence hakkında yazacağım kitapla ilgili herhangi bir gelişme kaydedeceksem….”, “Lawrence incelememde bir ilerleme kaydedebilmem için…”, “Şayet Lawrence incelememle ilgili bir ilerleme kaydedeceksem…” şeklinde uzayıp giden, uzadıkça bir biçimden diğerine koşan Geoff Dyer’ı tanımak için belki de okunması en elzem kitaplardan. 

 

Dyer, Zona kitabında Stalker’deki Yazar’dan bahsederken, Yazar’ın, “Mutlak surette hiçlik,” üzerine yazması gerektiğini söyler ve Dyer buradan Flaubert’e bir yol çizer. Flaubert, 1852 yılında yazdığı bir mektubunda “Hiçlik hakkında, hiçbir şeye bağlı olmayan bir kitap yazma” tutkusunu beyan etmiştir. Sanatın geleceği ona göre bu istikamettedir: “Yaratıcısının iradesi kadar özgür biçimli” bir sanat. Zona’da Flaubert’ten alıntıladığı bu sanat, Dyer’ın Bir Hışımla’sının ta kendisi. Bir Hışımla hiçbir biçime sahip değil. Hiçbir rafa koyulamaz—ve aynı ölçüde her rafa konulabilir.

 

Dyer kendisiyle yapılan bir söyleşide, yazdıklarının hayattan bir santimetre uzaklıkta olduğunu söylüyor ve tüm hünerin o bir santimetrede gerçekleştiğini söylüyor. Yazarın iradesi, o bir santimetrede vuku buluyor. Dyer kitapları, kurgu ile bütünleşmek için bir anlatıya ya da öyküye ihtiyaç duymuyor; yine de hepsinin bir düzeni, yapısı, en önemlisi bir tonu var. Hiçbir konusu yok, ya da konusu mümkün olduğunca görülmüyor. Geleneğin yükünün getirdiği mekanik talepler yok, sadece yazarın üslubu var; Dyer yanı başımızda bizimle film izliyor, sevdiği yazar için yazmaya çalıştığı incelemeyi her daim ileriye sallıyor, kadınlarla flört edip kafayı bulmaktan yapması gereken işi yapamıyor. Dyer, bizden bir santimetre uzakta. 

 


 

* Görsel: Liana Finck

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.