Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Buzukimin sapını gülle donattım



Toplam oy: 1785
David Prudhomme
Aylak Kitap
Çizgi romanın Rebetiko ruhunun ticarileşmesine de bir çift sözü var.

“Eğer ben ölürsem ne diyecekler ardımdan/ Birisi ölmüş, herifin biri/ hayatı seven ve iyi eğlenen/ Aman aman/ Eğer ben ölürsem tekne üstünde, atın beni denize/ kara balıklar ve tuzlu su beni tüketsin diye aman.”

 

Bu bir Rebet şarkısının sözleri. Diktatörlük karşısında müzikte temsil bulan bir direnişin, özgürlüğün şarkılarından birinin...

 

Diktatör Metaksas’ın 1930’lu yıllardaki korkunç gölgesinde, taşların arasından yeşilliklerin fışkırdığı sıcak Atina sokaklarında o yeşillikler gibi baş veren bir grup, topluluk ya da akım Rebet’ler. İşleri güçleri esrar ya da içki içmek, külhanbeylik taslamak... Kısacası aylaklık ediyor Rebet’ler ama bir de illa ki buzuki çalmak, şarkı söylemek, yani müzik yapmak dertleri. Kökenlerinde göçmenlik var. Ya Anadolu’dan gelen Türkler ya da Yunanistan’ın küçük adalarından şehre gelen göçmenler onlar. İyi müzikle birlikte, güneşin altında şapkayı devirip uykuya dalarak geçirebilirler günlerini ömürlerinin sonuna dek. Ancak Rebet’lerin bu aheste hayallerinin peşinde koca bir diktatörlük var. Onlar düzeni eleştirdikçe peşlerinden koşmanın bir yolunu buluyor o korkunç düzen. İşte Rebetiko olarak bilinen müziği yapan Rebet’lerin yaşadıkları, Rebetiko: Ayrık Otu adlı çizgi romanda hayat buldu. David Prudhomme’un yazıp çizdiği Rebetiko, Fransız çizgi roman ekolünün özenli örneklerinden biri.

 

Aylak olma bedeli

 

Prudhomme, çizgi romanın önsözünde, “Yunan olmadığım gibi müzisyen de sayılmam, bir süredir tüttürmüyorum da. Ama Rebetiko denen bu müziği keşfettiğimden beri, bu müziğin evreni ve onu besleyen özgürlükçü ruh beni sarmaladı,” diyor. Çizgi romanda da bu ruh açıkça hissediliyor. Halkın sahiplendiği, onların sesi olan müzikleriyle o ruhu taşıyan bu müzisyenler, tam tekmil jestleri, kıyafetleri, göbekleri ve sakallarıyla incelikli olarak yansıtılmış. Özellikle dans sahnelerinde, figürlerin kıvraklığı çizimlere o kadar zarifçe yansımış ki kendinizi Atina’daki küçük bir lokantada buzuki çalıp dans edenleri izliyormuş gibi hissediyorsunuz.

 

Çizgi romanın Rebetiko ruhunun ticarileşmesine de bir çift sözü var. Hikaye, Rebet’lerin diktatörlüğe karşı direnişini anlatmakla birlikte, zamana ve turizme yenilişiyle sonlanıyor. Bu görsel olarak son derece özgün kitapta aksayan en önemli yan ise, diyalogların gerçeklikten uzaklığı. Hemen her karakter sanki sahneye fırlayıp kendini tanıtır ya da olayı bize açıklar gibi cümleler kuruyor. Bu da hikayeyi biraz tarih dersine yaklaştırıyor.

 

 

 

Son olarak, çizgi romanda en hızla geçilmiş kısma gelelim. Kahramanlarımızın tümü (diktatörümüz, komiserimiz, kahvecimiz, herkes...) erkek. Güzel kadınlar çizgi roman boyunca yalnızca, oryantalist ressamların hamam sahnelerini hatırlatan görsel göndermeler olarak yer bulabiliyorlar kendilerine. Ya şarkı söylüyor, ya sevişiyor, ya erkeklerin boş vermişliğine kızıyor ya da içli içli sigara içiyorlar. Ama kadınlar Rebet’lere ne kadar yakın olsalar da, hatta onlar kadar müzik yapsalar da aylak olamıyor, aylak olma bedelini ödeyecek fırsatı bir türlü bulamıyorlar. Kadınlara, güzel de olsalar, direnme hakkı iki katı daha zor tanınıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.