Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Can sıkıntısının canlı tarihi



Toplam oy: 1702
Sanatsal yaratılar, çocuk doğurmak, köpek beslemek, hobi edinmek ya da evlenmek can sıkıntısıyla baş etmek için üretilmiş çareler olabilir mi?

İnsanın hayatı boyunca yaşadığı hastalıkları, fiziksel, psikolojik ve felsefi hastalıklar olmak üzere üçe ayırmak mümkün mü? Fizyolojik ve psikolojik hastalıklara dair epey uzun bir liste verebileceğimizi sanıyorum. Peki ya felsefi hastalıklar listesine neler dahil olabilir? Ve bunların tedavisi/ çözümü var mıdır? Örneğin can sıkıntısının? Can sıkıntısından ölünür mü? Ya da canı çok sıkılan bir insanın ömrü ne kadardır? Peki ya can sıkıntısının tarihi var mıdır?

 

Basite indirgediğimiz, üzerine çok da kafa yormadığımız bir duygu, can sıkıntısı. İçindeyken, dışarıdan bakmakta zorlandığımız ve çoğu zaman melankoli, depresyon, uyku hali, bıkkınlık, yalnızlıkla bağdaştırdığımız bir durum. İnsanlık tarihine dikkatle baktığımızda her şeyin biraz da can sıkıntısıyla başlamış olabileceğini görebiliriz oysa. İlk akla gelen Adem’le Havva’nın yasaklanmasına rağmen elmayı yemeleri ve cennetten kovulmaları... Bu olay, birçok sebebin yanı sıra, bir can sıkıntısının sonucunda da gerçekleşmiş olabilir pekala. Hatta savaşlar, göçler, fetihler, icatlar, keşifler... Bunların hepsinin aynı zamanda birer can sıkıntısı ürünü olabileceğini söylersem haddimi aşmış olmam umarım. Daha bireysele indirgeyecek olursak sanatsal yaratılar, çocuk doğurmak, köpek beslemek, hobi edinmek, evlenmek de can sıkıntısıyla baş etmek adına üretilmiş girişimler başlığı altında değerlendirilebilir mi? Hatta benim şu an bu yazıyı yazmam, senin de bunu okuman sevgili okuyucu bambaşka nedenlerin yanı sıra, biraz da can sıkıntısından olabilir mi? 

 

Peter Tooley de işte böyle sorulara yanıt arayarak, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi adlı kitap yazmış. Kitabın orijinal adı, kitabın içeriğine daha uygun aslında: Can Sıkıntısının Canlı Tarihi. Kitapta eğlenceli bir tarihten değil, gayet soluk alıp veren, canlı ve ciddi bir tarihten bahsediliyor çünkü. Yani kitabın çeviri adına aldanıp, komik ve eğlenceli bir içerik beklentisine giriyorsanız, şimdiden uyarayım ki hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.

 

Tooley, hayatının çoğunu Avustralya’nın geniş düzlüklerinde geçirmiş bir akademisyen. Daha sonra Calgary’e taşınıyor. Aynı zamanda Calgary Üniversitesi’nde Yunan ve Roma Çalışmaları Bölümü’nde profesörlük yapıyor. Kitapta can sıkıntısını, iki şekliyle ele alıyor Tooley. Birincisi kaçınılması çok zor olan, önceden kestirilebilir durumların sonucunda ortaya çıkan basit can sıkıntısı. Uzun nutuklar, uzun kilise ayinleri, sürekli aynı işi yapmak gibi... Tooley’e göre: “Bu tip bir can sıkıntısı, süresinin uzunluğuyla, öngörülebilir olmasıyla, kaçıp kurtulunamaz oluşuyla ve kişiyi esir alışıyla tanımlanabilir. Ve insan böyle hissettiğinde, zaman sanki yavaşlar, öylesine yavaşlar ki kendini olan bitenin dışındaymış gibi hisseder.”

 

İkincisi tür can sıkıntısı ise varoluşsal can sıkıntısı. Yine yazara göre; “can sıkıntısının bu şeklinin kişinin varlığına bile sirayet ettiği ve hatta felsefi bir hastalık olarak düşünülebileceği söylenir. Tanımlaması kolay bir şey değil. Bu tür can sıkıntısının karmaşıklığı iyi bilinen birçok durumu kapsayabilir. Bu durumlar çağrışım olarak melankoli, umutsuzluk, hayattan usanmışlık, keder gibi isimler alır. Bu ikinci tür can sıkıntısı ciddi bir mürekkep tüketimine yol açmışsa da, can sıkıntısının ilk şekli ‘önemsiz’ olduğu için görmezden gelinmiştir.”

 

Kitabın içerisinde, can sıkıntısının kol gezdiği birçok edebi karaktere ve görsel imgeye atıfta bulunulması kitabı çekici kılan öğelerin başında geliyor. Örneğin Anton Çehov’un Vanya Dayı isimli kitabında, “Sıkıntıdan ölüyorum, ne yapacağımı bilmiyorum” diyen Yelena, İvan Gonçarov’un Oblomov adlı eserinde ölümcül derecede sıkılan ana karakter İlya Oblomov, Flaubert’in romanı Madam Bovary’deki Emma, Orhan Pamuk’un otobiyografik eseri İstanbul ve Jean Paul Sartre’nin Bulantı’sındaki Roquentin hemen kendini belli eden karakterler arasında.

 

Nasıl baş ederiz?

 

Ayrıca kitapta Glasgow’da yaşayan, 27 yaşındaki drama öğretmeni Joy Stone’un öğrencilerine neler öğrettiğine dair kısa bir listeye de yer veriliyor:

 

“İş sorun değil. Ben bir okulda çalışıyorum. Çocuklara ders veriyorum. Onlara şunu öğretiyorum:

1- Rutin

2- Ağızlarını ne zaman kapalı tutacakları

3- Can sıkıntısıyla nasıl baş edecekleri...”

 

Stone’a göre can sıkıntısı, hayattaki en basit ve kaçınılmaz şeylerden biridir ve bununla başedilmesi gerekir. Çocuklar da daha küçükken bu yeteneklerini geliştirmek zorundadırlar. Joy, çocuklara can sıkıntısıyla nasıl başedileceğinin öğretilmesi gerektiğini savunur. Çünkü ona göre can sıkıntısıyla başa çıkabilmek, hayata tutunabilmeyi öğrenme sürecinin bir parçasıdır.

 

Tooley’e göre, masa veya koltuk kolçağı gibi düz yüzeylere dayanmış dirsekler, ağırlaşmış başları destekleyen kollar ve eller can sıkıntısının en sık rastlanan görsel simgeleridir. Bu savını desteklemek için kitabında ressam Lo Spagna’nın “Istırap Bahçesi”, Frederic Leighton’un “Yalnızlık”, Albrecht Dürer’in “Melankoli-I” gibi bazı eserlerine de yer veriliyor.

 

Sıkıntıya ne kadar yatkın olduğunuzu ölçmeniz adına, Oregan Üniversitesi’nden emekli bir psikolog olan Norman D. Sundberg tarafından tasarlanmış bir “Can Sıkıntısına Yatkınlık Ölçeği” de (BPS-Boredom Proneness Scale) bulunuyor kitapta. Bu ölçek sonucunda kendinizde can sıkıntısına az veya çok mutlaka bir yatkınlık görmeniz, kitaba sizi daha da bağlayan bir neden oluyor.

 

Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi, çok yoğun bir makale kaynakçasına sahip olmasına rağmen, sıkıcı olmayan ve akademik bir dille yazılmamış bir kitap. Ancak 2008 yılında Bağlam Yayınları’ndan çıkan Lars Fr.H. Svendsen tarafından yazılıp, Murat Erşen tarafından Türkçeye çevrilen Sıkıntı’nın Felsefesi adlı kitabın neredeyse bir özeti niteliğinde. Bu durum ne yazık ki, kitabı benzersiz bir eser olarak nitelememizi önlüyor.

 

 


 

 

* Görsel: Yavuz Girgin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.