Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Didik didik kıskançlık



Toplam oy: 1054
Peter Toohey // Çev. Begüm Kovulmaz
Doğan Kitap
Edebiyatın en kıskanç on kişisi listelense, Shakespeare'in Othello'su en üst sıralarda yer alırdı.

Kıskançlığın ve hasedin, sanat ve özellikle de edebiyatın dünyasında, ya komedinin ya da trajedinin ana konusu olarak sıklıkla işlendiğini görüyoruz. Bu sıklığa rağmen kavramsal olarak pek de konuşulmayan, tartışılmayan ancak eserler veya kahramanlar üzerinden anlamlandırmaya çalıştığımız bir kavram olma özelliğini de koruyor. Bu özelliği koruma sebebi bana Sigmund Freud’un şu sözünü hatırlatıyor: “Eğer birisinde kıskançlık yokmuş gibi görünüyorsa, o kişide kıskançlığın yoğun bir bastırmaya uğradığını ve sonuçta bilinçdışı zihinsel dünyasında daha büyük rol oynadığını söyleyebiliriz.” Biz de belki zaman zaman kıskançlık duygusunu inkar edip bu konu üzerine bilince iliştirilen laflar söylemektense; kıskançlığı rolle, kurguyla, yazıyla, yani bilinçdışı yollarla ifade ediyoruz. Ve kuşkusuz bu oldukça işimize de geliyor. Çünkü kıskançlığı en nihayetinde kötü, tehlikeli, çirkin, yıkıcı bir duygu olarak nitelendirmeye büyük bir eğilimimiz var. Bu eğilimin çok güçlü bir tarihten beslendiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Zira yazılı tarihin başından beri kardeş rekabeti, trajik ve şiddetli bir mücadele olarak tarif edilmiştir. İncil’deki ilk kardeşler Kabil ile Habil, Eski Ahit’te Yakup ve Ays, Yusuf ve erkek kardeşleri buna örnektir. Psikanalitik yazın da kardeşlik deneyiminin travmatik bileşenlerine, kardeş doğumuna ve sonrasında büyük çocuğun ebeveynlerine verdiği tepkilere fazlasıyla yer vermiş, Oidipus Kompleksi denilen çok katmanlı bir teoriyi hayatımıza sokmuştur. Kıskançlık, bu teorinin katmanlarından biri olarak da ele alınabilir. 

 

Kıskançlığın hayatımızda oynadığı çok çeşitli roller var. Herkesin kendisine özgü bir şekilde deneyimlediği bambaşka kıskançlık biçimleri yer alıyor. Peter Hooney, bu biçimleri ve ruhsal dünyamızın didiklenmemiş duygularını didiklemeye devam ediyor. Geçen yıl Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi kitabıyla, üzerinde çok da düşünmediğimiz bir konuyu zihinlerimize sunmuştu. Şimdi ise yine Doğan Kitap Renkli Tarih dizisinden çıkan ve çevirmenliğini Begüm Kovulmaz’ın yaptığı Edebiyatta, Sanatta ve Popüler Kültürde Kıskançlık kitabıyla bizim bu duyguyla düşünsel anlamda derinlemesine muhatap olmamızı sağlıyor.

 


"Bir duyguyu kontrol edemeyebilirsiniz ama onu eyleme döküş biçiminizi kontrol edebilirsiniz. Kıskançlık bir uyarı mekanizmasıdır. Uyarıyı alınca ne yapacağınız bambaşka bir konudur."

 

 

Yazar “bir duyguyu hissedebilme yetimiz, onu tarif edebilme becerimizden önce gelir. Duygusal deneyimlerimiz, belli açılardan her zaman tarif edilemez, tanımlanamaz olacaktır,” diyor ve ekliyor: “Ancak kıskançlık, hakkında konuşulması özellikle zor bir duygudur. Bunun nedeni, tanımlaması zor bir duygu olmasındandır.” Kıskançlığın alt duygularını ayrımlaştırabilmek adına ise kitapta öncelikle kıskançlık ve haset (imrenme) arasındaki farklara değiniliyor: “İmrenme sahip olmak istediğiniz ama olmadığınız, kıskançlık sahip olduğunuz ve yitirmek istemediğiniz şeylerle ilgilidir. İmrenme genellikle iki öğeliyken (siz ve istediğiniz şey), kıskançlık üç öğelidir (siz, arzuladığınız şey ya da kişi ve onu sizden alma tehdidi oluşturan rakip).” Böylece yazar, “kıskançlığın bir tür kayıp duygusunu, haset etmenin ise bir şeyi elde etme duygusunu içerdiğine” değinerek önemli bir ayrım yapıyor. Bu ayrımı da çeşitli sanat eserleriyle örneklendirmeyi de ihmal etmiyor. 

 

Kitapta kıskançlığın biyolojik ve evrimsel temellerinin insanların sosyalleşme biçimleri üzerindeki etkisi; zararlı etkiler bırakabilen kıskançlık duygusunun kimi zaman faydalı da olabileceği; özel hayatımızda ilişkilerimizi korumamızı ve güçlendirmemizi sağlamadaki rolü; toplumsal hayatımızdaki güçlü etkisi; bireysel hakların korunmasını, işbirliğini ve adaleti nasıl desteklediği; sanat ve edebiyattaki kültürel tarihçesi; bu duyguyu psikoloji, antropolji, sosyoloji gibi çeşitli bilimlerin nasıl yorumladığı; kıskançlık ve depresyon ilişkisi; sadakat, çok eşlilik kavramları yazar tarafından akademik olmayan, oldukça akıcı bir dille irdeleniyor. Aynı zamanda kıskançlığın tuvale ve kağıda geçirilmiş hallerinden de yararlanıp, yaratıcılığı nasıl tetiklediğinden de bahsediyor. “Kıskançlığın ne olduğundan ziyade onu neden hissettiğimiz” de yazarın kitap kapsamındaki temel meselelerinden biri. 

 

Edebiyatın en kıskanç karakteri

 

Kıskançlığı açıklamakta çeşitli edebi eserlerden yararlanan yazar, Shakespeare’nin Othello’suna hak ettiği yeri vermeyi ihmal etmiyor. Örneğin, “En Kıskanç On Kişi Listesi yapılsa, Shakespeare’nin Othello’su bu listede üst sıralarda yer alırdı,” gibi oldukça iddialı bir cümle kuruyor. Yazar, aşk üçgenlerindeki cinsel kıskançlıktan, onu nelerin tetiklediğinden ve bu kıskançlığın özelliklerinden bahsederken Dante’nin İlahi Komedya'sının 5. Kanto’sunda karşımıza çıkan Francesca ve Paolo’nun hikayesini, Proust’un Swann’ların Tarafı'ndasında yer alan Charles Swann ile Odette’yi, Vladimir Nabokov’un Lolita’sını bu kavramsal bilgilerin ışığında bir kez daha gözden geçirmemizi sağlıyor. 

 

Yazar, dünya edebiyatından bahsettiği bazı eserlerle, Türkçe edebiyattaki Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak’ı, Nabizade Nazım’ın Zehra’sı, Hakan Akdoğan’ın İlişmek’i gibi örnekleri de ekliyor ve biz Türkiyeli okuyuculara da ufak hatırlatmalarda bulunuyor.

 

Yalnızca birkaçını saydığım ancak kitapta çok daha fazlasını bulabileceğiniz edebi eserlerin yanı sıra Munch’un kıskançlık ve melankoli resimleri serisi, Strindberg’ün Kıskançlık Gecesi, Gauguin’in Kıskandın mı? tablosu, Gustave Moreau’nun Kıskançlık’ı ve Klimt’in yine aynı adlı eseri bu kitap kapsamında okuyucuyla buluşan sanat eserlerinden bazıları.

 

Yazar, kitabın son bölümünde bizleri iç dünyamıza dair çeşitli sorulara maruz bırakarak, birlikte yanıt aramaya çalışıyor: “Kıskançlığa sırtımızı dönmek mümkün müdür; yalnızca onu görmezden gelmek değil, çektirdiği bütün acıyı kalıcı olarak geride bırakmak olası mıdır? Yoksa en kötü sonuçlarıyla doğrudan mücadele etmeye çalışmak ve acı veren bedelleriyle birlikte sağladığı faydaları da kabullenmek daha mı iyidir? Kıskançlık, kendimizde tedavi etmemiz gereken şeylerden biri mi yoksa değil mi?” 

 

Ardından içimize su serpen ve bizi farklı bir bakış açısına çeken yanıtları da beraberinde geliyor: “Bir duyguyu kontrol edemeyebilirsiniz ama onu eyleme döküş biçiminizi kontrol edebilirsiniz. Kıskançlık bir uyarı mekanizmasıdır. Uyarıyı alınca ne yapacağınız bambaşka bir konudur. Kıskançlık asla çekip gitmeyecek. Ona sırtınızı dönmek de mümkün değil. Zaten bunu neden yapalım ki? Kıskançlık çirkin bir duygu. Ama hepimizin hayatında çok güzel bir yeri olabilir. ”

 

Kitap başlı başına oldukça ufuk açıcı olmasına ve psikanalitik teorideki kıskançlığa da kısmen değinmesine rağmen, Bağlam Yayınları’ndan çıkan Psikanaliz Yazıları’nın Kıskançlık temalı 31. sayısıyla beraber okunduğunda çok daha doyurucu ve işlevsel bir okuma biçimine dönüşebiliyor.

 

 


 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.