Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dikkat Burroughs var! (II)



Toplam oy: 1193
Carlos Fuentes
Can Yayınları

Nerede kalmıştık?.. Çılgın yazarımız Burroughs, “cut-up” tekniğiyle kaleme aldığı roman dizisinin ilk kitabı Yumuşak Makine’de bünyemizi epey hırpalamıştı. Art arda eklediği bant kayıtları, bizi hafif şizofrenik tatta ufaktan “zehirlerken” ikinci kitap Patlamış Bilet’te deneyselliğini sürdürüp kafamızı dumanlamaya devam ediyor. 

 

Burroughs’un bol bol iç ses üretip okura dinlettiği romanda, Nova gezegenine sürüklenen bizlere buranın düsturunu açıklar: “Daima mümkün olduğunca çok sayıda, çözülemez çatışma yarat ve var olan çatışmaları daima kızıştır.” 

 

Kitapta kimin nerede olduğundan çok, kişilerin kendini nerede bulduğu ya da nerede olduğunu kestirmeye çalışması öne çıkıyor. Kitaptaki yer bir uzay boşluğu, yatak odası, herhangi bir köprünün ayağı veya bir karakol olabilir. Aslında iç sesi izlemek önemli her zaman. 

 

Burroughs’un fantastik evren kurgusu etrafında dönüp duran anlatı ya da iç seslerde, kulağımıza çalınan Bradly, Lykin ve Ali gibi pek çok isim bulunsa da belli bir yerden sonra adlar ve onların yaptıklarından öte, her sayfada okuyanı oradan oraya savuran sürükleniş ağır basıyor. 

 

Kayda aldıklarını dinleyip yazıya geçirirken Burroughs’un sözün büyüsüne kapıldığı ve damarlarında dolanan uyuşturucuyla beraber bundan büyük keyif aldığı da ortada. İllüzyona kapılıp gidiyor belli ki: Söz ve renklerden oluşan bir illüzyon bu: “Söz beyinde imajı canlandırır, öyle değil mi? Deneyin, ekrana bir imaj bandı koyun ve herhangi bir ses bandıyla eşliklendirin. Şimdi ses bandını tekrar tek başına çalın ve imaj bandının eksiğini tamamladığını görün. Ee? Söz nedir? Efsun, efsun, illüzyon… Sözü silip atarsanız imaj bandı da birlikte gider. Renk olmadan bir imaj olabilir mi sizce?” 

 

Burroughs’un, “gerçeklik tezgâhını” dağıtmak adına elinden geleni ardına koymadığını görüyoruz. Bir bakıma gerçeklik çetesiyle dalaşan ve huyu bozuk bir adam var karşımızda. “Saniyede 35 karelik zührevi hastalık filmleri” ya da “banknotların buharlaştığı mavi sis” hep bu dalaşmanın ürünü. 

 

Kayıtçımız, kartların dağıtılıp oyunun döneceği masaya oturmaya niyetlenenlere uyarılar da gönderiyor: Konuşma, oynama ve sadece seyret; ta ki bütün kural ve cezaların alayını ve tezgâhını öğrenene kadar. Hayatta bütün eylemlerin yazıldığı o kartları görmenin koşulu ise seyretmeyi öğrenmek. 

 

Masaya oturup oyuna başlandığında, hayatın kapısı da aralanmış oluyor ve kayıt asıl o zaman başlıyor; Burroughs burada araya giriyor: “Kafanızdakini çıkarıp cihazlara kaydedin. Konuşmayı ve tartışmayı kesin. Bırakın cihazlar konuşsun ve tartışsın. Teyp cihazı, insan sinir sisteminin dışarıda cisimleşmiş bir bölümüdür.” Yani, bilincin altı üstüne gelsin! 

 

Burroughs, “gördüğümüz şeyi büyük ölçüde işittiklerimiz belirler” diyerek teyplerin başında saatlerini harcayıp “cut-up” üçlemesini yazıverince, ne tür bir manyaklığın peşinden gittiği etrafa saçılıyor. Burroughs, bizi odaları farklı döşenmiş bir evde dolaştırıyor: Loş ışıkların eşliğinde hangi odadan kimin çıkacağı belli olmayan bu evde, hayli sert bir müzik kulakları deliyor. 

 

Burroughs’un Yumuşak Makine ve Patlamış Bilet’ini okurken önümüzde iki yol var: Ya kitapları elimizin tersiyle iteceğiz ya da içine dalıp kafayı bulacağız… 

 

Bu arada kayıt akıp gidiyor. Üçüncü perdede buluşabilmek üzere… 

 

***

 

Yazının dibine not: “Cut-up” üçlemesinin ilk kitabı Yumuşak Makine, Türkiye’de “muzır” bulunduğundan soruşturma açıldı.Kitap ve dolayısıyla Beat Kuşağı yargılanacak; böylece elli yıl sonra bile, Burroughs ve Beat Kuşağı’nın ne kadar “tehlikeli” olduğu bir kez daha şavullanacak. Eh, kafaların itinayla bulandırılmaya başlandığı bir yerde, “meskûn mahalde ‘muzır’ kitap olmaz” gibi bir sloganın iş tutmasından daha “normal” ne olabilir ki?.. Her şeyimiz gayet “nizami” de Burroughs’un metinleri “ahlaka mugayir” öyle mi? “Burası Türkiye, olur böyle şeyler, takmayın kafanıza!” diyenleri duyar gibiyim…    

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.