Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dikkat, içimizdeki Mesih kopya olabilir!



Toplam oy: 1191
İhsan Kaplan
April Yayıncılık

İlklerin romanı Milat: Edebiyat tarihinde tanıtım filmi çekilen ilk roman, yazarının ilk romanı ve Türkiye’de kitap albümü yapılan ilk roman.  Haliyle de son derece dikkat çekici. Bir romanın görsel sanatlarla ve müzikle zenginleştirilmesi elbette ki çok keyifli ama esas itibariyle içeriği ilgilendiriyor bizleri. Milat’ın nasıl bir roman olduğu önemli.

1998’den 2000 yılına uzanan bir öyküsü var Milat’ın. 2000 yılının şimdilerde çoktan geride bıraktığımız malum çekiciliğinin peşinde, insanlığın “milat”ı düşüncesi üzerine kurulmuş bir romanla karşı karşıyayız. Joseph Courier ve Profesör Gottfried, iki genetik bilimci insanlığın kaderini değiştirecek bir araştırma üzerinde çalışmaktadırlar: İnsan kopyalama. Ancak tüm dünyayı ve kahramanlarımızın araştırmasını milenyuma ulaştıracak zamanın onlara hazırladığı pek çok sürpriz vardır. Bu iki bilim adamı araştırmalarını Kudüs’te sürdürseler de Vatikan’dan icazet almak üzere gittikleri Roma’da Joseph’in başına hayati bir kaza gelir. Bu kaza onu bir süre yaşam ve ölüm sınırında tutacak ve nihayetinde tamamen farklı bir bilinç ve algılama kapasitesiyle yaşama geri döndürecektir. “Ses”, Joseph’le konuşmaya başlamıştır ve kahramanımız artık kolektif bilinçdışında dolaşmakta, saf bilgiye dokunabilmektedir. Artık geçmişini hiçbir şekilde hatırlayamayan bu adam yarım saat içinde mesela Kuran-Kerim’i ezberleyebilmekte, hatta geleceği öngörebilmektedir.

Joseph’deki bu farklılık klonlama üzerinde yaptıkları araştırmalarını kısa sürede derinleştirip hızlandırır, o komadayken aralarına katılan yeni asistanları Sophie’nin de bu büyük deney üzerinde, asistanlık dışında, son derece kritik bir önemi vardır. Hz. İsa’nın soyundan gelen bu kadın yeni binyılda mesihi tekrar yaşama döndürecek Meryem olma potansiyelini içinde taşımaktadır çünkü. Ses’in yönlendirmesi sonucu Türk psikolog Halil’in de maceraya dahil olmasıyla, dinler tarihi, psikoloji, elektromanyetik dalga tedavisi, yaradılış kuramı, kuantum fiziği ve genetik bilimin bilinmezliklerinde, olasılıklarında dolaşan hikayemiz çetrefilleşir. Ancak romanın sonlarına doğru hikayeye dahil olan herkesin geçmişinin ve geleceğinin ortak bir yönü olduğu, onlar dışında bir gücün hareketlerini ve kaderlerini yönlendirdiğini görürüz. Roma’daki kör sokak satıcısından, Joseph’i iyileştirmeye çalışan doktorlara, Sophia’nın kayıp ailesinden, psikolog Halil’e... Hiçbir şey tesadüf değildir ve ne olursa olsun, milat gerçekleşecektir...

Kudüs, Roma, İstanbul ve Kuşadası. Üç dinin dört önemli şehri. Mescid-i Aksa ile Kubbetül Sahra’dan Vatikan’a, Galata Mevlevihanesi’nden Hz. Meryem’in mekanına, İhsan Kaplan hikayesini, semavi dinleri günümüze taşıyan pek çok tarihi mekan aracılığıyla aktarmayı seçmiş. Romanın kahramanı genetik bilimci Joseph, bilimin olasılıklarında ve dinin kesinliğinde hem yaratılan hem de yaratandır. Bu anlamda, insanı yeniden tanrının bir sureti olarak görmeye başlayan eğilimi destekler niteliktedir Milat.

Milat’ın bir roman olarak en büyük aksaklığı, belirsizliği. Hikaye, roman boyunca hemen her cümlede vaat ettiği açılmayı bir türlü gerçekleştiremiyor, okurunu içine alamıyor. Hem bu anlamda, hem de atmosfer yaratma bakımından Milat için bir taslak-roman demek mümkün. Sanki üzerinde biraz daha çalışılsa amaçladığına ulaşacak gibi... Okur gibi karakterler de tam olarak hikayeye giremiyorlar, ona tam olarak inanmıyorlar sanki, Sophie’nin geçmişindeki hikaye de, araştırmaya dahil olma sebebi de inandırıcılıktan uzak, romanın tek Türk kahramanı Halil’in ise Kuran’dan söz etmek ve Joseph’le dinler tarihi hakkında konuşmak dışında bu hikayede ne aradığını, kurguya neresinden dahil olduğunu tam olarak anlamak mümkün değil. Hatta en mühimi, her ne kadar romanın sonunda yazarın bize verdiği düşünce, hiçbir şeyin tesadüfi olamayacağı olsa da, Joseph’in yani başkahramanın başına gelenleri de temellendiremeyen bir hikayeyle karşı karşıyayız. Bu temel eksiklik Milat’ın bir roman olarak kaderini  etkiliyor. İşte bu yüzdendir ki, Milat, kendini bizlere bir türlü açamıyor, derinleşemiyor.

Gümüz biliminin gelişim eksenine dayanılarak yazılmış bir yeniden doğuş öyküsü diyebiliriz Milat için. Beklenen mesihin tekrar dünyaya gelişini genetik bilimi çerçevesinde kurgularken insanın içinde uyuyan mesihi de vurguluyor. Okurunu bir tür bilinç uyanışına davet ediyor: “Şimdi uyanmak mı istiyorsun; yoksa daha der in bir uykuya dalmak mı?”diye sorarken hepimizi kendi kişisel uyanışımıza çağırıyor. Bunu yaparken de türüne ait diğer tüm romanların yaptığı gibi bilimden el alıyor, dini bilimsel bilgi ekseninde işliyor. Ancak kuantum fiziği bir yana son derece tartışmalı bir alan genetik bilimi. Felsefeyi kucaklayan Kuantum fiziğinin derinliklerinde kendimizi bulabileceğimiz düşüncesinin bir tür inandırıcılığı olabileceği kesin, ama insan kopyalamanın uyanışla bağlantılı olduğu düşüncesine sıcak bakmak hepimiz için oldukça zor olsa gerek. İnsan kopyalamayı destekler nitelikte kaleme alınmış gibi görünen bu hikaye, ister istemez bizi şüphelendiriyor. Yine de her şey bir yana, hikaye içinde İsa’nın doğumunun genetik bilimi sayesinde olabileceği savı, belli bir mantık çerçevesi içine oturmuyor da diyemeyiz.

Peki, İsa’nın hayatı, bu mitolojik hikayeden günümüze dair yeni bir çıkış yolu bulma çabası ve bu çabaya alet edilen tüm diğer dinlerin ezoterik yüzleri... Tüm bunlardan bunalan okurlar için Milat’ın söyleyebileceği yeni bir şey yok ne yazık ki.

Bir de, kapak arkasında yer alan tanıtım yazısına kanıp romanın bilinçakışı tekniğiyle yazıldığını zannetmeyelim, eğer öyleyse bugüne dek bu teknikle yazılmış romanları boşuna okumuşuz demektir!    

Milat, yazarının çok satma ve tanınma arzusuna yenik düştüğü pek çok unsuru içinde barındırıyorsa da, sonuç olarak çok da başarısız olmayan bir ilk roman olarak değerlendirilebilir. Hatta, edebiyatta “Dan Brown sendromu” diyebileceğimiz hastalığa yani, çok satar düşüncesiyle kopya kitaplar üretme hastalığına yenik düşmezse eğer İhsan Kaplan adını önümüzdeki yıllarda da  sıkça duyacağımız yazarlar arasına sokabilir, kim bilir...       

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.