Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dublin'in kare ası



Toplam oy: 735
Richard Ellmann // Çev. Zeynep Çiftçi Kanburoğlu
Alfa Yayıncılık
Ellmann, Wilde'ı kaygısız, haşarı ve ironik; Yeats'i hayal gücü geniş; Joyce'u kahramanlığı yadsıyan; Beckett'i ise olumsuz ve komik biri olarak görüyor.

Biyografi yazarı Richard Ellmann, Dört Dublinli'de Joyce, Beckett, Yeats ve Wilde'ı, birbiriyle yakınlaşmaları ve kimi edebi benzerlikleriyle ele alırken ufak bir hatırlatma yapıyor: “Bu dört Dublinli, aralarındaki bağlantıların bilinmesi konusunda çok istekli değildi.” Her birinin, hem kendi döneminin hem de tüm zamanların kalbur üstü yazarı olduğu düşünülürse bu isteksizliği anlamak kolaylaşıyor.

Aşırılıklara ve abartılı hallere düşkün bir aileden çıkan, otoriteye karşı gelen ve bu karakteriyle Oxford'a yollanıp kısa sürede zihinlerde yer edecek tümceler üreten Wilde, Ellmann'a göre daha gençlik yıllarında ilgi çekmeye başlamıştı. Sadece tek bir eksiği vardı, o da Oxford'un entelektüel dünyasına girmek. Bunu da John Ruskin'le yaptığı yürüyüş ve sohbetler sayesinde elde ediyor. Oxford, yazara göre Wilde'ın kişiliğinin ve ahlakçılığının gelişiminde adeta mihenk taşı.

İdeal âşıkların ve aşkların şairi Yeats ise özgür anlatımı, açıklığı ve kendine özgü biçemiyle saygın bir Dublinli olarak anılır. Ellmann, şaşırtmayı seven şairin, döneminin siyasi atmosferine diklenişini de İrlandalılığını hep ön planda tutuşunu da bir kenara not eder. Yazarın anımsattığı başka bir şey, Yaets'in dizelerindeki “ruhların somutlaştırılma” ve “dünyanın ruhsallaştırılma” çabası. Sonradan sık sık karşılaşacağımız ve şairin “trajik aydınlanma” dediği ölümü yüceltme eğiliminin öncülü olabilir mi bu? Belki de Ellmann'ın “ikinci ergenlik” dediği, Yeats'in ömrünün sonbaharındaki acı ve hiçliğin de bir önceki basamağıdır, kim bilir...   

“Eleştirmenleri oyalamak amacıyla” içinden çıkılmaz metinler kaleme alan ve edebiyatta kendi krallığını kuran Joyce da, Ellmann'a göre yazın tarihinde önemli bir eşik. Gerçekliği dönüştürüp okura tekrar sunarken, bozarak anlatmanın başta gelen temsilcilerinden. Kendi yapıtları söz konusu olduğunda son derece alçakgönüllü bir tavır takınan Joyce, iş başka İrlandalı sanatçıları eleştirmeye gelince şahinleşir ve bunu da hayli şairane yapar. Ellmann, edebi yolculuğunu, eleştirileri ve biçemini Joyce'un ruhsal seyahatinin birer durağı olarak tanımlar.

Yazar, Dublinli kalemlerin, bir şekilde birbirini etkilediğini savunur ve Beckett'i de bu kervana ekler. Diğerleri kadar İrlandalı yazmasa da, Beckett'in, ülkesinin yaşamından ayrıntıları “sevecen biçimde” sunduğunu söylüyor Ellmann. Öbür üç yazar gibi Beckett de “kendini yeniden yaratmak için” bilinmeyene, Oxford'a gelir. Arkadaşlarının “dâhi”, Ellmann'ın ise “öğütücü zeka” dediği Beckett, sancılarla dolu yazma eylemine giriştiğinde, ikilemler üzerine kurduğu tarzıyla dikkat çekmeye başlar. Zaten Ellmann'a göre bu özelliği onun imzasına dönüşür. Beckett, kendisinin “ilgi çekici bulmadığı” yazarlardan biri haline gelir. Ellmann, onun karmaşayı arayan ve karakterlerinin yoksullaşmasını öne çıkaran tarafını anımsatır. Böylelikle Beckett, yazarın da belirttiği gibi, “sözü edilmeyen ve söz edilmeye değmez dünyalara” dalma fırsatı yakalar.

Ellmann, Wilde'ı kaygısız, haşarı ve ironik; Yeats'i hayal gücü geniş; Joyce'u kahramanlığı yadsıyan; Beckett'i ise olumsuz ve komik biri olarak görüyor. Kitabı karıştıranlar fark edecektir, bu dört yazar, Ellmann tarafından her ne kadar biyografik bir anlatımla karşımıza çıkarılsa da adeta birer roman kahramanı gibi konumlanıyor. İlginç tesadüfler veya teğetler, farkında olmadıkları kovalamacalar ve hemen hemen aynı şeyi düşünüp benzer cümleler kurdukları bazı durumlar, yazarın gözünden kaçmıyor. Ellmann'ın da dediği gibi Dublin'i “edebiyat imparatorluğu” haline getiriyor bu dörtlü.

 

 


 

 

Görsel: Onur Atay

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.