Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünya kütüphanecilere emanet



Toplam oy: 743
Scott Hawkins // Çev. M. Boran Evren
İthaki Yayınları
Bir kütüphane, 12 katalog, o kataloglardan sorumlu 12 çocuk ve bir baba.

Fantastik edebiyatın tarihe ismini gerçeküstü alfabelerle yazmış olanları, yeni gelenlere iki şey yaptı: İyilik ve kötülük. Onların açtığı yolda ilham ya da güç alarak çıkan yeni ve başarılı isimler ve onlara önyargıyla bakacak okuyucular. Bu noktada ister inanın ister inanmayın tutkulu bir fantazya okuyucusunu etkilemek pek kolay değildir. Zira tüm o “acayip” dünyaların çoğunu bilen ve daha fazlasını daha farklısını daha ilgincini daha bilinmezini isteyen bir okuyucu kitlesi var. Belki “bildikleri” bir işareti görmeye, bulmaya çalışanlar. Ama neyse ki diğer tarafta bizi hâlâ şaşırtmayı ve hayal dünyasının sınırlarını çizdiğimiz için ağzımızın tam ortasına vurmayı başaran yazarlar var. Scott Hawkins, ilk romanı Kül Dağı’ndaki Kütüphane ile tam olarak bunu başarıyor.



Elbette bu kadar “fantazya” dedikten sonra bahsi geçen kütüphanenin sıradan olmasını beklemiyorsunuz, ki haklısınız. Bir kütüphane, 12 katalog, o kataloglardan sorumlu 12 çocuk ve bir baba dünyanın düzenini değiştirebilir, evrenin doğasıyla oynayabilir ve yeni bir gelecek yaratabilir mi? Tam olarak yaşını bilemediğimiz Baba, Adam Black bir kasaba dolusu çocuğu ailelerini yok etmek suretiyle kanatları altına alır; kütüphaneye. Her birine içinde ilgili kadim bilgileri içeren 12 kataloğu teslim eder. Artık onlar bugünkü dilimizde tam karşılığı olmasa da “kütüphaneci” anlamına gelen Pelapi’dir. Ve Carolyn, Pelapi dahil dünyada tüm konuşulan dillerden sorumludur. Ama kelimenin tam anlamıyla her canlının dilinden. Geri kalan 11 kişi şifacılar, ölümden döndürenler, matematikçiler, hayvanların dünyasında yaşayanlar, olası geleceği görenler, ölümcül katillerden oluşuyor. Ama bizim esas kahramanımız Carolyn. Zira Baba ortadan kaybolmuş ve Kütüphane bir şekilde tüm kütüphanecileri içinden atmış ve girişlerini de kapatmıştır. Çocukluklarından itibaren Amerika’nın içinde ama bir o kadar dışında yaşayan kütüphaneciler halk arasına çıktıklarında “tuhaf”lıklarıyla göze çarpar (Kanla kaplı çıplak ayaklı tütü giymiş bir katil tuhaf değil de nedir ki? ) Ama bu onların en küçük sorunu. Zira Baba’nın ortadan kaybolmasına sebep olanlar aynı zamanda tüm sırlarını içeren kütüphaneyi ele geçirmeyi amaçlıyor olabilir.



Scott tam “şimdi anlıyorum” dediğiniz anda yönünü değiştirdiği kurgusuyla neredeyse kitabın sonuna kadar merakı ayakta tutmayı başarıyor. Belki de o yüzden üzerine yazması zor kitaplardan. Zira neresinden tutarsam bir “spoiler” verme endişesi taşıyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Yalnızca fantastik değil belki şehir fantazyasına biraz daha yakın bir kitap var elinizde ama aynı zamanda sağlam bir cinayet romanı. Üstelik bazı noktalarda gerçekten insanı zorlayabilecek kadar sert olanından.



Sadece öyle olması gerektiği için dünyanın sonunun gelmesine göz yumabilir misiniz? Bir sabah kalkıp anladığınızı sandığınız yaşamın aslında bambaşka bir şekli olduğunu anladığınızda akıl sağlığınızı koruyabilir misiniz? Gözünüzün önünde havada asılı adamlar, koruyucu aslanlar ve “gerçek üstü” şeyler varken bunun bir rüya olmadığını kabul edebilir misiniz? Dahası tüm bu sorularınızı cevaplamamışken sizden yardım isteyen bir Pelapi’ye yardım eder misiniz? Hikâyenin vicdanı Steve tüm bunlarla başa çıkmaya çalışanı.


Hikâye boyunca kendi dilleriyle de olsa konuşan aslanlar, tuzak kurmayı bilen köpekler bir süre sonra olağan gelse de kendi hikâyesinin kahramanı olmaya baş koyan Carolyn’in insanı her sayfada daha fazla hayrete düşüren bir zekâsı olduğu kesin. Yani bir açıdan Scott Hawkins’in... Her şey bir yana kitap boyunca bunun bir “ilk roman” olduğunu kendime hatırlatıp durdum. Zira ilk sayfadan itibaren “şimdi ne oluyor” sorusunu durmadan sorduran ve neredeyse sonuna gelene kadar hiç açık vermeden kafa karıştırmaya devam eden bir roman Kül Dağı’ndaki Kütüphane. Uzun lafın kısası Hawkins öyle bir dünya yaratmayı başarmış ki; bugün yaşadığımız dünyaya bir daha bakmak ve bilmediğimiz zamanlarda, konuşamadığımız dillerle yapılan savaşları ve hatta dünyanın oluşumundan bile nelerin sorumlu olduğunu düşünmeye teşvik edebiliyor insanı.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Cihan Dağ

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.