Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Elde var insan



Toplam oy: 1569
Kemal Varol
İletişim Yayınevi
Kemal Varol'un Mikasa'sı bedensel olarak bir köpek gibi anlatılsa da bana yeni bir bilme, yeni bir düşünce biçimi vaat etmedi.

Düşüncemizin sınırı dildir. Bildiğimiz yabancı diller gibi değil, ne kadar çok bilirseniz o kadar geniş düşünebilirsiniz gibi değil. Bir bilme durumundan bahsediyorum. Biz insanlar bir şeyi bilmek, bir şeyi hayal etmek, anlatmak, anlamak için dilimizle mahdut vaziyetteyiz. Adı konulmamışı düşünmek, sözlüğe girmemişi konuşmak, velhasıl dilimize düşmemişi zihnimize sokmak ne mümkün..

 

 

Düşünce de biraz aşk gibi yani. Birine aşık olmak için önce o kişinin dilinizde yer etmesi gerekir. Herkese anlatacaksınız. Durmadan hikaye edeceksiniz. Olur olmaz adını anacaksınız. En saçma huylarını, anlattığı az komik bir espriyi, tam sürahiye uzanırken ellerinizin nasıl istemsiz ama enikonu gönüllü birbirine sürtündüğünü anlatacaksınız. Dişleriniz birbirine çarparak, kalbiniz hızlanarak, boğazınız düğümlenerek. İşte konuşa konuşa aşk kafanıza girecek. Aşık olacaksınız. (Bir şeyi kırk kere söylersen olur dedikleri bu mu acaba?)

 

Anlatıcısı ve baş kahramanları köpekler olan ve 90'ların Kürdistan'ını anlatan Haw hakkında yazacakken felsefe diye söze başladım, engel olamayıp aşka sardırdım. Neden derseniz, sanırım ben Mikasa'nın bir köpek olarak varoluşuna ikna olmadım. İnsan durmadan ve daima kendi varoluşunu ve kendi insanlık durumunu anlatır. Bildiği, dilindeki budur çünkü. Doğaya, hayvanlara, evrene, eşyaya, tanrılara, etrafımızdaki her şeye insani özellikler atfederiz. Yaşlanmış ağaçlar deriz, kıskanç kediler, kahve içtiğimiz sehpayı yorgun buluruz sonu zihnimizde flu biten uzun bir gecenin dumanlı sabahında. Uzaylı filmi çekecek olsak, bilmem kaç milyon ışık yılı uzaktan gelmiş hilkat garibelerine "Selam dünyalı ben dostum" dedirtiriz. Sanki onların da bizim gibi, kendilerini alamadıkları her fırsatta -li, -lı ekleriyle ifade ettikleri bir aidiyet duygusu varmış gibi. Sanki onlar da dostluk, dolayısıyla düşmanlık nedir bilirmiş gibi. Robotları aşık eder, evlendiririz. Ama işte elimiz mahkum. İnsan beyninden farklı işleyen bir akıl biçimi, bir düşünce biçimi tahayyül edemiyoruz. Teknolojimiz de bizi taklit ediyor sanatımız da. İnsan her alanda kendini yeniden üretiyor, kendi suretini, varlığını başka formlarda dışa vuruyor. Kaçamıyoruz.

 

Köpek insanın en iyi dostu klişesi

 

İşte bu yüzden Kemal Varol'un Mikasa'sı bedensel olarak bir köpek gibi anlatılsa da bana yeni bir bilme yeni bir düşünce biçimi vaat etmedi. Elbette hayvanlarla tam olarak tanımlayamadığımız bir akrabalığımız var. Sosyal psikologlar çokça hayvanları gözlemleyip insana dair çıkarımlar da yapıyorlar. Ama işte elimizde kendi etik anlayışımızdan başka bir şey yokken gerçekten ne kadar iyi anlayabiliriz diğer canlıları? Fabl diye çocuk kitaplarında okuduğumuz meseller bize hayvan donunda insanları anlatırdı. Mikasa da Melsa da, kitaptaki hain ve iyi tüm köpek çeteleri de bize insanların dünyasını anlatıyor. Şiddeti, ırkçılığı, nefreti, ayrımcılığı, cesareti, korkaklığı, kabadayılığı, katilleri, maktülleri, cinayeti. Hikayenin kendisi önemli, ilginç, anlatılmaya değer. Ama anlatanın köpek olması anlatıya ne katıyor sorusu benim için baki. Tarafsızlık deseniz değil. Melsa karakterinde bal gibi görüyoruz ki köpekler de pekala taraf seçebilir. Başka bir yaşam formu desem o da değil. Yerden yükseklikleri dışında köpekler de aşık oluyor, aile kuruyor (!), Freud okumuş gibi kişiliğini ve kimliğini çocukluğuna, annesine bağlıyor, ısrar ediyor, sabrediyor, savaşıyor, özlüyor.. Sigara bile içiyor!

 

Ve evet, köpek insanın en iyi dostu klişesi de tamamen bizim hüsnü kuruntumuz.

 

 


 

 

* Görsel: James Matusheski

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.