Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eskiden “deklanşör” denen bir tetik vardı evlat



Toplam oy: 709
Tolga Gümüşay
Altın Kitaplar
Kareli Öyküler, şeylerin dünyasına açılan iyi bir kitap. Unuttuğunuz, önemsemediğiniz bir bardak kırıldığında cam parçaları, her bir yana dağılan sırçalar size ummadığınız bir telaş ve şaşkınlık yaşatır ya, öyle.

Gördüğüm şeylerin beni hipnoz etmesinden korkmuyorum; gördüğüm her ne ise karşımda, ötemde, yakınımda veya uzağımda “başka bir var olma” şeklini koruması, devinerek dönüşmesi, dönüşümünü benimle tamamlaması böyle bir etkileşime daima açık zaten. Ve eğer gördüğüm şeylerle kişisel bir hatıram, sevincim, husumetim yoksa, o şeyler yabancılık tanımını, adlandırmasını deneyimlerimden, bilgilerimden, algımdan dolayı alıyorsa “büyük transfer” başlıyor demektir. Tanımladığımız, adlandırdığımız şeyleri tanımamız her zaman gerekmiyorsa, üstelik onlarla çevrelenmiş ve “etraf” kavramını bu yöntemle oluşturmuşsak, tanımını/adlandırmasını “benden almışsa,” yani “tanımını/adlandırmasını ben vermişsem” onun da, onların da yanıtı gecikmeyecektir.


Gördüğüm şeylerin vereceği, alacaklarım bütünde pozisyon, durum, ruh hali, eğitim değişimi veya yeniden kurgulanmamdan ibarettir – bu da gövdenin ve duygunun hipnozudur. Gövdenin hipnozu, benim tıpkı bir uydu gibi o görüntünün, nesne(ler)in çekim alanına girmem, kapılmam anlamına geliyor. Fetiş iyi bir örnek. Duygunun hipnozu, en tehlikelisi, en heyecan verici yan; çünkü bu, duyguların kontrollü olarak teslimini öneriyor. İş burada da kalmıyor, almak vermek eylemi alışverişin süreğenliğini sağlayarak zamana yayılıyor; görüntüden/nesneden, şeylerden uzaklaşsanız da etki sürüyor. Üstelik, bir fetiş gibi sahiplemiyorsunuz da.

 

 

 

Ressamın resmi ile fotoğrafçının resmi arasında gelgit yaşayan ben, hangisinin hükmünü kabullenecek ve baş eğecektir?

Ressamın resmi, benim bir benzerimin, insanın eseri, yorumudur. O resim bizim ailenindir ve “sır” olarak kalması şart ayrıntılarla donatılmıştır. Fotoğrafçının resmi bir eser, bir yorumsa da “belgelenme” mührü taşımaktadır; belgelenenin doğallığı, açıklığı, netliği, barındırsa da fluluğunun/karanlık tarafının kısmen anlaşılırlığı “dışarısı”nı aydınlatacaktır. Ailemizin içine sızması için hipnoz yeteneğini kullanacak, âna sıkıştırdığı kare ile bizi bir öykü üretmeye zorlayacaktır. Fotoğrafın hayatta kalması bizim ona bir öykü bulmamıza bağlıdır. Fotoğraf bunun farkındadır ve yaşayabilmek uğruna tüm olanaklarını kullanır, temas etmekten/taciz etmekten kaçınmaz.


Gördüğümüz şeylerin “gördüğümüz şey” olabilmesi ancak onunla ilgilenmemizle mümkündür. Önünden, arkasından, üstünden, altından, ayrışık mesafeden geçtiğimiz ve dikkatimizi çekmeyen şeylerin de elbette bir öyküye ihtiyacı vardır; şüphesiz bir avcı gibi kendilerine yönelecek birini, bir avı yakalayacaklardır. Bir şeyden kurtulsak bile bir diğer şey sırasını beklemektedir sonuçta – insan şeylerin tutsağıdır. Özgürlüğümüzü koşulsuz bırakacağımız fotoğraf/lar her yere saçılmıştır. Bir dergide, bir arkadaşın resim albümünde, bir sergide, bir reklam panosunda, bir manzaraya bakarken, sokaktaki kalabalığa/trafiğe dalmışken, aklınıza şu dakika ne geliyorsa o pusudadır. Sizden bir öykü rica edecektir masumane – Haneke’nin Ölümcül Oyunlar filmindeki yumurtalar suçsuzdur oysa ona sorarsanız.


Evet, bir fotoğrafa soru sormaya hiç kalkıştınız mı? Veya ben bu soru cümlesini yazarken, bir soru sorarken siz, bu yazıyı okuyanlar bir fotoğraf mısınız, bir fotoğrafta mısınız? Hay aksi, bu da bir soru oldu.

Ressamlar sanatçı olduklarını ifşa ederek ortaya çıkarlar. Fotoğrafçılar bunu reddederek gizlenirler. Ara Güler’in “ben fotoğraf sanatçısı değilim, fotoğrafçıyım” inadının altında bu kurnazlık yatmaktadır: Suçunu inkar edebilmesi, insanlardan öykü çaldığını kabullenmemesi ancak bu dehşetli tavrıyla mümkündür. Şairler, romancılar, oyuncular suçu üstlerine alarak, amiyane deyimle kabak gibi ortaya çıkıp egolarını doyuma ulaştırırken fotoğrafçılar gizli bir teşkilata mensupturlar. Ben onlardan çok korkarım işte.

 

 

Tolga Gümüşay romanlarından, öykülerinden sonra bu gerçekle yüzleşerek fotoğrafın arkasına bakmış ve fotoğrafın izini, nereden geldiğini, sürüklenip yeryüzüne düştüğü kara deliği görmüş olabilir. Bu gizli teşkilatın, yani hayatın, öykülere muhtaç zamanın deşifresi bir proje ile can bulur: Kendi çektiği fotoğraflara talep ettikleri, bekledikleri öyküleri vermek, o öyküleri yazmak. Dijital platformda başlayıp şimdi “matbu”ya çevirdiği kitabı Kareli Öyküler görüntülerin izdüşümü, geride kalanın gölgesi iddiasıyla okunacağı, bakılacağı gibi birbirlerinden asla ayrılamayacak insan-şey ikilisinin performansı da sayılabilir; o hipnozun, o alışverişin seçiciliği veyahut.


Çocuğunuza baktığınızda onun oluşumuna, doğumuna sebebiyetiniz nasıl gen tarihinde kayıtlıysa ve hissettiğiniz haz, mutluluk bu koşula bağlıysa çektiğiniz, kaydettiğiniz, hatta makineye alınmayan her görüntünün buna benzer bir maziyle size tutunduğunu kanıtlamanız, yeryüzüne, yeryüzünün bütün çağlarına karşı sorumluluğunuzu kabullenmeniz müthiş bir özveri. Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler’i şeylerin dünyasına açılan iyi bir kitap. Unuttuğunuz, önemsemediğiniz bir bardak kırıldığında cam parçaları, her bir yana dağılan sırçalar size ummadığınız bir telaş ve şaşkınlık yaşatır ya, öyle. Öyle güzel bir kitap.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.