Vampir dediğimizde aklımıza Bram Stoker’ın yarattığı Dracula geliyor ve bundan sonra da böyle olacak gibi görünüyor; ancak Matthew Beresford’un İfritler’den Dracula’ya Modern Vampir Mitinin Doğuşu başlıklı çalışmasının gösterdiği gibi, vampirlerin hem tarihte hem de edebiyatta oldukça köklü bir geçmişi bulunuyor. 19. yüzyılın Lord Ruthven’inden, Carmilla’sından veya Dracula’sından çağımızın genç yetişkin vampir romanslarındaki kahramanlara kadar uzanan bu derin tutkunun tarihsel köklerindeki kanın, ne kadar gerçek ya da ne kadar suni olduğunu görmek, Dracula’nın kalbimizdeki yerine bir kazık saplayamaz elbette; ama usulüne uygun bir şekilde gömmemiz gereken korkularımız bulunduğunu hatırlatabilir.
İfritler’den Dracula’ya Modern Vampir Mitinin Doğuşu, halk inanışlarından edebiyat ve sinemadaki vampirlere ve özellikle gerçek hayattaki “sözde” vampir vakalarına kadar geniş bir çerçevede ele alıyor konusunu. Beresford’un vampir mitinin nasıl doğduğunu anlatmaya çalıştığı bölümler var; ama doğrusu bu kitap, vampir mitinin doğduktan sonra nasıl büyüdüğünü ve olgunlaştığını, dallanıp budaklandığını anlatıyor aslında. Bu nedenle kitabın başlığının tam anlamıyla vaat ettiği çerçeveyi sunmadığını belirtmek mümkün. Daha da önemlisi, 2008’de yayımlanan bu kitabın özellikle Alacakaranlık serisiyle başlayan ve sinema ile edebiyatta birkaç yıla damga vuran vampir furyasına tanıklık edememesi... Tam da ilk Alacakaranlık filminin vizyona girdiği tarihlerde yayımlanan kitap, eğer birkaç yıl sonra yazılsaydı, büyük olasılıkla Beresford’un değiştireceği ya da düzelteceği birçok bölüm ve iddia olacaktı. Böyle bir eserin Türkçede yayımlanmasının takdire değer bir yayıncılık girişimi olduğunu belirtmeli; ama biraz geciktiğinin ve bu nedenle konusuyla ilgili gündemi kaçırdığının da altını çizmeliyiz.
Beresford’un çalışması, daha önce vampir konusunu derinlemesine araştırmış okurların çok da yeni bilgilere kavuşacağı bir kitap değil, ancak vampir mitini uzaktan merak edip efsanenin ayrıntılarına inmek isteyenlerin ilgiyle okuyabileceği, iyi bir konuya giriş kitabı ve akademik olmaması sayesinde hızla okunabilen popüler bir kültür tarihi çalışması.
Doğan Kitap’ın yeni başladığı Renkli Tarih dizisinin ilk kitaplarından olan İfritler’den Dracula’ya Modern Vampir Mitinin Doğuşu’nun yazarı Matthew Beresford’un kurtadam mitini incelediği The White Devil: The Werewolf in European Culture (Beyaz Şeytan: Avrupa Kültüründe Kurtadam) başlıklı yeni kitabını da umarız en kısa zamanda Türkçede görürüz. Böylece vampirin ekürisi kurtadamın, vampir incelemelerinde ayrılan o kısa bölümlerden sonra, en iyi yardımcı oyuncu rolünden başrole geçtiği bir kitabı okumanın keyfini çıkarırız.
Ve korku vampiri yarattı
On bölümden oluşan kitabın ilk bölümleri, vampirin tarihteki yerini, ortaya çıkışını aktarmaya çalışıyor. Ovidius’un metninde geçen ifritler, Apollonius’un öyküsündeki “Lamia,” Hint Tanrıçası Kali, Eski Yunan’daki vampir avcılığı anlayışı, ölü yakma, mumyalama ve gömme âdetlerinin ortaya çıkışı ve dönüşümü ele alınıyor bu bölümlerde. Hıristiyanlık ve vampir efsanesinin tarihteki kesişme noktalarının anlatıldığı üçüncü bölümü, daha ayrıntılı olarak işlenmiş iki bölüm takip ediyor. Romanya’daki vampir efsanelerine ve Dracula’nın yaşamına odaklanan bu bölümler, kitaptaki diğer bölümlere göre daha çok özen gösterilmiş gibi duruyor ve Dracula’nın gerçek yaşamıyla ilgili bilgilerimizi tazelemek için bir fırsat sunuyor. Kurgudaki vampirin nasıl olup da gerçek olduğundan şüphelenilen vakalara malzeme olduğuna eğilen altıncı bölümü, vampir edebiyatını belli başlı eserler üzerinden kısaca değerlendiren yedinci bölüm takip ediyor. Burada bahsedilen dört başyapıt, Polidori’nin Vampir’i, J.M. Rymer’ın Varney the Vampyre’ı, Le Fanu’nun Carmilla’sı ve Stoker’ın Dracula’sı. Vampir edebiyatına eğilen bu bölümün, kitabın en başarılı bölümlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, bu kitapları okuyanlar için olduğu kadar okuyacak olanlar için de gayet net ve önemli tespitlerde, karşılaştırmalarda bulunarak ilerliyor. Bugüne kadar sadece Dracula’yla ilgilenen herkesin, bu eserden önceki vampir edebiyatını keşfetmesi için yeterli bilginin verildiği bu bölümden sonra vampir sinemasıyla ilgili kısa bir bölümle karşılaşıyoruz. Kitabın finaline doğru yazarın büyük yer ayırdığı bölüm, gerçek hayattaki “sözde” vampir vakalarına eğiliyor, ancak uzun lafın kısasını aktarmayı hedefleyen böyle renkli tarih kitapları için biraz aşırıya kaçan bir bölüm bu. Vampir yakıştırması yapılan birtakım katillerle ilgili ince detaylara girilen bu bölümler, oraya kadar sürükleyici bir şekilde ilerleyen kitabın temposunu düşürüyor.
Ortalıktaki bilgilerin akademik olmaktan kaçınılarak aktarıldığı bu kitapta Beresford kendi fikirlerini nadiren öne sürüyor olsa da, yazarın altı çizilecek tespitlerinin olduğu gibi tartışmaya açık iddialarının bulunduğunu söylemek de mümkün. Örneğin, kitabın girişinde, vampirin var olup olmadığından daha önemli bir şeyin olduğunu hatırlatıyor yazar; “Vampirin var olduğuna dair korku, onun gerçekte var olduğu düşüncesinden daha da önemlidir,” diyor. Yazara göre vampir, korktuğumuz için var olmuştur. Bu korkunun temelinde de elbette ölüm korkusu yatar. Beresford bu konuda haklı. Vampirden bugün çok fazla korkmasak ve gündelik hayatta karşılaşabileceğimize imkan vermesek de, ilk fırsatta eski korkularımız yüzeye çıkıp tüylerimizi diken diken edebilir. Belli ki atalarımız böyle bir yaratığın var olduğuna inanmış ve hatta bazıları kendilerini vampir bile sanmıştır. Ama atalarımızın ölüm korkusu, bizim 21. yüzyılda hâlâ muhafaza ettiğimiz ölüm korkusuna bakılırsa, hiç değişmemiştir. Artık şömine ateşinde birbirimize vampir öyküleri anlatmıyoruz ve metropollerimizde elektrik kesilse de jeneratörler sayesinde karanlıkta kalmıyoruz. Sokaklarımız 19. yüzyıldaki kadar tekinsiz değil, ama yine de, Dracula ya da Carmilla’yı okuduğumuzda içimizi kaplayan bir karanlığın ortaya çıkmadığını söyleyemeyiz. Belki de, Beresford’un bu kitapta hatırlattığı gibi, “korkularımız fantastik hikayeleri gerçeğe dönüştürebilir.”
* Görsel: Burak Dak
Yeni yorum gönder