Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Feminizmin kapsama alanı dışındaki kadın


Vasat
Toplam oy: 220
A. J. Finn // Çev. Ozan Erdoğan
Pena Yayınları
Penceredeki Kadın’ın baş kahramanı Anna, Kayıp Kız ve Trendeki Kız gibi diğer “Kız” romanlarındaki baş kahramanlardan farklı.

Feminist farkındalığın aksesuvarlaşıp yakalara takılan rozetler, sloganlı tişörtler, pembe berelerle süslenmesi, anaakım tarafından sahiplenilmesi, edebiyattan destek alması, sosyal medyayı ele geçirmesi, popüler kültürün ta kendisi olması gözleri fazla kamaştırdı. Buna rağmen Batı’da feminizmler kavga ediyor. Farklı feminist dalgalar arasında bir nesil çatışması var. Özellikle ikinci dalga feministler, davanın anaerkleri olarak, demode değerleri yüzünden milenyum kızkardeşliğinin dışına itilmiş durumda. Daha büyük bir çatışma “kesişimsellik” kavramı üzerinden yürüyor ve kadınlığın ırk, sınıf, din, cinsel kimlik gibi kesitlerle katmanlaştırılmadan politikleşemeyeceği ve yüzeysel kalacağı fikri savunuluyor.

Bir zamanların “güçlü ve bağımsız”, “çocuk da yaparım kariyer de” kadını, erkeklerin arenasında girdiği kariyer, sosyal statü, ekonomik güç, yönetici sınıf olma savaşında, “liberal” rekabetle arkasında bırakmış olduğu kadınlar tarafından feminizmin kapsama alanı dışına itildi. İşte bu beyaz, orta sınıf, ayrıcalıklı, artık genç olmayan kadın, son zamanlarda çoksatar romanların baş kahramanı olarak tekrar piyasaya sürülmüş durumda. Yeni görevi: Statüsünü kaybetmiş, anneliği becerememiş, sevilmeyen, depresyonda, kullandığı ilaç ve alkol yüzünden deliryum içinde güvenilmez bir anlatıcı olmak. Bu kadını Big Little Lies, Kayıp Kız ve Trendeki Kız romanlarında, ve bu romanlardan uyarlanan dizide ve filmlerde gördük. Orta sınıf ayrıcalık o kadar stilize edilmiştir ki, yaşadıkları şiddet karşısında ikircikli bir tepki doğar: Empati mi hissetmeli, “schadenfreude” mi? Yenildiği ve yardım isteyemediği mesele erkek şiddeti midir, diğer kadınlarla rekabeti mi?

Penceredeki Kadın’ın baş kahramanı Anna da bu kadınlardan biri. Eskiden çocuk psikoloğu olan Anna, okudukça ortaya çıkacak bir travma yüzünden mesleğini ve ailesini kaybetmiş, dışarıya çıkmak şiddetli panik ataklara neden olduğu için de kendi evinde hapis, yalnız bir kadındır. İhtiyaç duyduğu her şey için eve servis hizmeti vardır. Bütün gün merlot ve anti depresan ilaçlar içerek, yaşadığı soylulaştırılmış mahallede milyon dolarlık evlerde yaşayan komşularını dikizleyerek vakit geçirir. Yakışıklı kiracısı ve komşunun ergen oğlu, Anna’nın hayatındaki erkeklerdir. Bir gün pencereden komşu evde bir kadının öldürüldüğünü görür ama kimse ona inanmaz. Güvenilmez anlatıcı olduğundan, Anna bile kendine inanmaz... 100 kısa bölüme ayrılmış romanda, okurun merak duygusuyla ustaca oynanıyor: Anna’nın geçmişine dair gizem, travma geçiren birinin gerçekleri kabullenmesine uygun bir ağırdan almayla anlatılırken, cinayeti aydınlatacak detaylar hızla, ve her bölümde yön değiştirerek veriliyor.

Bu pencereden cinayet görme size Hitchcock’un Arka Pencere filmini hatırlattıysa, yazarın amacı da zaten bu benzerliği kullanmak. Roman boyunca eski siyah beyaz filmlere göndermelerle, Anna’nın yalnızlığına “noir” bir atmosfer eşlik ediyor. Gerçekle kurmacanın karışması için zorlama da olsa ideal bir atmosfer bu. Hitchcock’tan faydalanmak, yazar A. J. Finn’in uyguladığı stratejilerden sadece biri.

Bir proje roman


William Morrow yayınevinin yönetici editörlerinden Daniel Mallory, piyasa başarısı garanti domestik gerilim türünde bir “Kız” romanı yazar, cinsiyetsiz takma isim A. J. Finn imzasıyla yayınevlerine gönderir. Patricia Highsmith’in Ripley karakteri üzerine tez yazmış, uzun yıllar depresyonla ve bipolar bozuklukla mücadele etmiş Mallory’nin, hem edebi hem klinik içgörülerle desteklediği romanının çok beğenildiği kulaktan kulağa yayılır. Yazarların ve okurların ortak suçlu zevkinin başkalarının hayatını gözetlemek olduğunu çok iyi hesaplamıştır. Sonuç: Milyon dolarların döndüğü pazarlıklar, 35 ayrı ülkede lansman, çok satarlar listesinde birincilik, film haklarının satılması, Kate Winslet’e başrol.

Bu titiz projelendirmeye rağmen, Anna, diğer “Kız” romanlarındaki baş kahramanlardan farklı. Kayıp Kız ve Trendeki Kız’da kullanılan güvenilmez anlatıcı kadınlar, intikam peşinde ve tehlikeliydi. Kaderlerini kendi ellerine almaları, meşru müdafaaydı, kurtuluştu, katarsisti. Oysa Anna’nın agorafobik olmasının altında yatan travma son derece ağır bir suçluluk duygusu. Güvenilmez anlatıcı olması bu suçluluk duygusuyla yüzleşemediğinden. Geçmişin detayları ortaya çıktıkça Anna bir mazeret bulmuyor kendisini kurtaracak ve okura kendisini affettirecek. Birinci tekil şahsın ağzından yazılsa da, baştan sona yazarın Anna’yı yargılayıp cezalandırdığını hissediyorsunuz. Kendini öldürmesinden mi endişe duysun okur, yoksa bir cinayete kurban gitmesinden mi? Tam bu noktada, Anna’nın,m Anna Karenina’ya dönüşmesine izin vermiyor yazar.



Açık alan korkusu


Romandaki erkeklerin hiçbiri kötü adam değil. Biri henüz erkek bile değil. Polis bile iyi aile babası. Böylece Anna, bir anne ve eş olarak hatalarıyla ve başarısızlıklarıyla tek başına bırakılıyor. Pencereden bir başka anne ve çocuğun hayatına dahil olsa da, yine kurtarıcı olmayı başaramıyor. Ev kadını olmayan, yuvasını yıkan bir kadının agorafobi üzerinden eve mahkum olması ibretlik bir simge olarak romanın merkezinde duruyor. Ağır depresif ruh hali ve panik atakların son derece detaylı ve gerçekçi tasviri ile, agorafobinin ilahi bir cezalandırma, bedel ödetme aracı gibi törenleştirilmesi çok iyi bir karşıtlık enerjisi veriyor romana. Yazarın, yarattığı karakteri böyle cezalandırmaya ne hakkı var diye düşündürse de… Agorafobi, yazarın aslında pek kastetmediği toplumsal bir saptamaya da götürüyor okuru. Aynılaşarak, uyumsuzluk yapmadan, dışlanmadan, rollerimizin hakkını vererek merkeze yakın durma irademiz bizim büyük agorafobikliğimiz değil mi? Agorafobiye sığınmıyor muyuz? Ve Anna, merkezden uzaklaştığı için eve hapsedilmiyor mu?

Eğer geleceği kesişimsellikse, feminizm bütün kadınları kapsamadığı sürece bir karşı çıkış, bir hareket olarak varlığını sürdürecek. Beyaz orta sınıf kadın, kapsama alanı dışında tarihsel bedel öderken, kurmaca içinde cezalandırılma maceraları devam edecek. Tahminimce bu konuyla ilgili bir sonra konuşacağımız roman, Fas asıllı Fransız Leïla Slimani’nin Goncourt ödüllü romanı, İngilizceye The Perfect Nanny diye çevrilen Chanson Douce olacak.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Esra Kalay

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.