Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Fransızca kültür başkadır



Toplam oy: 198
Amin Maalouf // Çev. Orçun Türkay
Yapı Kredi Yayınları
Türkçenin, ilkin Afrikalı Leo ve Semerkand adlı romanlarıyla tanıştığı, peşi sıra bize birçok romanını okuttuğu Maalouf, artık Fransız dilinin boyunca serpilmesinden de sorumlu.

Yeryüzünde nereye ayak basılırsa basılsın, ikinci bir dil olarak Fransızca öğrenmeyi, onu kullanmayı seçenler, konuşmasalar dahi diğerlerinden daha belirgin biçimde ayırt edilebilir. Anadili Fransızca olanlar gibi. Karmaşaya yol açmayacaksa, biraz ileri gidilerek şu söylenebilir: Frankofonlar, yani Fransızca konuşabilenler, dilleri böyle döndüğü için azıcık da olsa daha sofistike görünürler, öyle görünmeyi tercih ederler. Haklı olabilirler, çünkü bu yolla Racine, Voltaire ya da Rousseau gibi büyüklerle dost olma şansı artıyor. Kabul edilmeli ki, insanlığın deneyimini başkalaştırıp anlamlandıran en önemli faaliyetlerinden birisi İhtilal. Fransızcayla onun öncesine, sonrasına bakmak daha anlamlı. Evet, düşünce evimiz, dil de onun kapısı: haklıyız, geniş ev, birden fazla kapı ferahlık.


Anglosakson kültürün diliyle, akraba olsalar da, amansızca savaşım içindedir Frankofonlar. İngilizceyle onlara yaklaşmanız işleri zorlaştırır. Haklılar, çünkü bundan yaklaşık dört yüz yıl önce bir dil tapınağı oluşturan tek ulus, neredeyse. Bu kutsal yapının adı Fransız Akademisi. Flaubert’in, “Alay edilen ve üyesi olunmaya çalışılan,” diye belirlediği Akademi sanatın, edebiyatın ve bilimin bir ülkede nasıl gelenekselleştiğinin ve kurumlaştığının kanıtı. Edebiyat ödülleri konusunda en büyük rakipleri Goncourt kardeşler. Bu bile tek başına bir zafer.

 


Akademi, Kardinal Richelieu ve 13. Louis dayanışmasıyla dillerini korumak, geliştirmek, niteliğini artırmak için 1635’te kurulmuş. Herhangi başka bir ulusun bireyine tepeden bakıyormuş gibi görünmesinin nedeni, belki de Fransızcanın bu denli korunup kollanılması. Bilmiyoruz ama yakın zamanda Akademi, tatlı bir sürprizle Ortadoğu’nun Fransa’sından doğumlu Arap asıllı Amin Maalouf’u “29 numaralı koltuk”la onurlandırdı. Türkçenin, ilkin Afrikalı Leo ve Semerkand adlı romanlarıyla tanıştığı, peşi sıra bize birçok romanını okuttuğu Maalouf, artık Fransız dilinin boyunca serpilmesinden de sorumlu. Koltuk bir anlamda belalı, çünkü bulunduğu yerde Montherlant, Renan, Lévi-Strauss gibi aşina olduğumuz “ölümsüz” isimler oturmuş.


Koltuk belası

 

Unvanı aldığı yıllarda, yaptığı konuşması yayımlandı Maalouf’un (Fransız Akademisi'ne Kabul Konuşması ve Jean-Christophe Rufin'in Yanıtı, YKY). Bu metinlere, tıpkı Nobel konuşmaları gibi bir ayrıcalık atfediliyor. 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi ise, bu unvanda daha önce görev yapmış münevver insanların küçük biyografilerini içinde saklıyor. Maalouf’un kitapta belirttiği üzere “her nedense” bu numara, diğer koltuklara göre daha egemen görünüyor. Yazar bu mevkiinin sınırlarını çizerken, onun tarihi sürecine, üyelerin anekdotlarına, vakanüvislerin anlatılarına kendi kurgu anlayışını da dahil etmiş. On sekiz “adam”ın doldurduğu dört yüz yıllık kültür tarihi, bir sorumluluk bilinciyle derleniyor bu kazı çalışmasında. Dilbilgisi, vokabüler gibi meseleler üzerine kafa yoran bu adamların kaderleri ister istemez krallarla, kardinallerle, gelenekçilerle, ihtilal ve cumhuriyetçilerle belirlenmiş. Kaçınılmaz biçimde. İç çekişmeler, tartışmalar, politika gibi birçok unsur var Akademi’de. Dünya Savaşları. İntiharlar ve boğulmalar. İlk müdavim Bardin, Seine’de boğulurken, hemen yanı başımızdaki Henry de Montherlant, acılarına son vermek için yuttuğu zehrin etkisinden emin olamayıp kendisini boğazından vurmuş. Akademi, Molière’e biraz cimri davranmış mesela: öldükten yüz beş yıl sonra unvanı verilmiş kendisine. Molière demişken, diğer koltukların sahiplerinin arasında fazlasıyla tanıdık çıkıyor karşımıza. Dumézil, Gautier, Anatole France, Valéry, René Girard, La Bruyère, Voltaire, Eric Orsenna, Alain Robbe-Grillet, Cocteau, Troyat, Maurois, Braudel, La Fontaine, Tocqueville, Kaptan Cousteau, Pasteur, Victor Hugo, Pierre Loti, Dumas. Yazmakla bitmez... “Kapıda kalanlara” ayrıca paragraf ayırmak lazım. Rousseau, Balzac, Sartre, Camus, Akademi’ye kabul edilmemişler örneğin. İlginçtir, mesela Zola, 24 kez adını aday listesine yazdırmış ama nafile. Ya da Hugo. Beşinci adaylığında seçilebilmiş. Bundan dolayı ne kadar üzüldüklerini bilmiyoruz ama Balzac, Flaubert ve Baudelaire hiç listeye girmemiş.


Bir Levanten olarak Amin Maalouf’un “29 numaralı koltuk” için seçilmesi de yukarıdaki sonuçlar kadar şaşırtıcı. Bir yandan sevindirici. Doğu Akdeniz ve Mezopotamya’yı anlatmayı tercih eden, bu topraklarda çoban ve sultanı aynı hikayede tutan, dinler ve coğrafyalar arasında kötücül sınırları parçalamayı savunan, kurgularını bu anlayış üzerine çatan bir romancı Maalouf. Çatısında bombalar patlarken Lübnan’dan ayrılmış ve 1976’dan itibaren doğduğu topraklara, üzerinde biteviye kendi kendini yiyen insana ve kültüre Paris’ten bakmış. Her ne kadar oryantalizmle, kurmacalarındaki yordamla eleştirilse de, yazın ve kültür alanında varlığının etkisi yok sayılamaz. Aynı zamanda, toplumun ürettiklerine yabancılığı, içe dönüklüğü, dışarıda bıraktığı entelektüellerin varlığı gibi birçok nedenden dolayı aldığı yergilerle yıpranan Akademi için bu Levanten, farklı kültürleri çağrıştırması nedeniyle bir tür zenginlik, çeşitlilik. Ölümüne kadar (çok geç olmasını diliyoruz), Fransızcayı koruyup geliştirecek olan Maalouf, ayrıca acılarına gülümseyebilen bir Frankofon. İki anadili var. İki evi.



 

 

Görsel: Serkan Yolcu

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.