Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Geçmişin Yeniden Kuruluşu



Toplam oy: 2002
William Cuthbert Faulkner
Yapı Kredi Yayınları

Kitaplarla nasıl buluşuruz? Kimimiz şanslıyızdır çok okumuş, okuyan bir arkadaşımız vardır, tavsiyelerine uyarız ve adeta hayatımızı değiştiren kitaplarla tanışırız. Benim de artık geçmişimde kalmış böyle bir arkadaşım var. Sayesinde dünya edebiyatının köşe taşları ile gençliğimde tanışmıştım. Popüler kitapların reklam ve pazarlama bombardımanı ile adeta dayatılmasını bir yana bırakırsak, benim için en önemli kaynaklardan birisi yazarlar, ya da başka kitaplar. Sevdiğim yazarların referansları bazen bir okuma emri niteliğini kazanır. Jorge Semprun da sevdiğim yazarlar listesinde, başka bir yazıda değineceğimiz “Yazmak ve Yaşamak” Semprun'un “kendi ölümünü yaşamasının” yanı sıra entelektüel gelişiminin de anlatısı. Ve “Abşalom Abşalom”, Semprun'un hayranlıkla sözettiği kitaplardan birisi. Semprun'u okuyunca Abşalom'u da okumak farz olmuştu. Ama kitapların da bir zamanı vardır, hele de zorlu metinlerin. O metinleri popüler çok satar kitaplar gibi neredeyse her yerde her zaman okuyamazsınız. Zor metinler özel mesai talep ederler, kıskançtırlar, huysuzdurlar, başka bir kitapla beraber okuyamazsınız, 5-10 sayfa okuyup bırakayım diyemezsiniz. Abşalom da o metinlerden, belki de 20. yüzyıl edebiyatının en karmaşık metinlerinden birisi. Dolayısıyla zor metinlerle başı hoş olmayan okuyucu için bu nokta çıkış noktası, sonradan söylemedi demeyiniz.

Abşalom'a odaklanmam ve kitabın beni kabul etmesi bir kaç ayımı aldı. Kaç defa başladığımı anımsayamıyorum, her denememde beni geri tepti; adeta “daha beni okuma zamanın gelmemiş” dedi. Sonra bir gün, tesadüfen Semprun'un doğduğu topraklarda kabul töreni gerçekleşti ve ben o karmaşık labirentin içerisinde zevkle kayboldum. Gerçekten kayboldum, defalarca; kaç kez geri döndüm önceki sayfalara, kitabın sonuna eklenmiş soy kütüğüne, Yoknapatawha bölgesinin haritasına...Abşalom sizi kabul ederse artık onun bir parçası oluyor ve bütünleşiyorsunuz, Abşolom'u okuduktan sonra artık Abşalomsuz yaşamanız mümkün olmayabilir. Ben hâlâ Abşalom ile yaşıyor, özlüyor, düşünüyor ve zaman zaman sayfalarını karıştıyorum. Pek az roman adeta mistik bir güçle beni kendisine doğru sürekli çeker, Abşalom da onlardan birisi, yeniden okuyabileceğim bir Abşalom zamanını heyecanla bekliyorum.

Hiç 1287 sözcüklü bir cümle okudunuz mu? İşte bunun için ortalama 5 ile 10 sözcük arasında cümlelerle yazılmış romanları okumaya benzemiyor Abşalom. Thomas Sutpen isimli nereden geldiği bilinmeyen gizemli bir adamın 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika'nın güneyinde Mississipi'de geçen hikâyesi. Anlatıcılar artık geçmişte kalmış bir yaşamı, kişileri ve olaylar zincirini anımsamaya ve geçmişi anlatmaya çalışırlar. Thomas Sutpen bir takım alengirli yöntemlerle 100 kilometrekarelik bir toprağı sahiplenir ve yanına getirdiği zenci köleler ve bir Fransız mimar ile birlikte bu arazi üzerine bir konak inşa eder. Artık bu alan Sutpen'in 100 kilometrekaresi olarak anılacaktır. Bu gizemli adam yine tuhaf bir şekilde kasabanın bakkalının kızı ile evlenir ve çocukları olur. Yıllar geçer ve iç savaş çıkar. Baba ve oğul Sutpen de Güney'in saflarında savaştadırlar artık. Ve sonra tarih birden hızlı akmaya başlar. Tıpkı bir imparatorluğun kuruluş yükseliş ve çöküşü gibi Sutpen imparatorluğu da tarihsel döngüye teslim olacaktır. Hangi bellek olanı biteni yıllar sonra nesnel olarak ortaya dökebilecektir? Bayan Coldfield'inki mi? Quentin ile Shreve'in ortak çabası mı? Ya da hiçbiri mi?

Belki de bu romanın ana kahramanı ne Thomas Sutpen, ne Bayan Coldfield, ne de Quentin, fakat “bellek”tir. Bir bellekler labirenti, ya da sarmalı. Biteviye geçmişin kurcalanıp, bugünde sözcüklerle yeniden inşa çabası. Faulkner belleğin sınırlarını zorluyor, “bu kadar da olmaz” denecek düzeyde  her şeye yeniden ve yeni bir şekilde geri dönüyor. Bellek ve ben'in ilişkisi; ben'in, öznenin bellekle oynadığı hikâyeleştirme oyunu. Uzun gibi görünen bir yaşam, içerisinde zamansal olarak çok da fazla yer kaplamayan bir tek olayla baştan sona şekillenebilir. Bir çok insanın yaşamı aslında bir tek olayın yörüngesinde geçmiş olabilir. Bir aşk, bir suç, bir travma, siyasi bir eylemlilik süreci, düşünsel bir bağlılık... Bir tür çakılıp kalmadır yaşanan, zaman akıp gittiği, yaşam devam ediyor gibi gözüktüğü halde, takılıp kalan, takılıp kalır. Bayan Coldfield'de takılıp kalmıştır panjurları sıkı sıkı kapalı bir “büro”da. Açılış cümlelerinde tasvir edilen bu mekânsal kapanmanın ruhsal boyuttaki açılımı ise tüm bir kitabı kaplayacaktır. Anımsanan, belleğin içinden çıkartılıp sözcüklerle bugüne taşınan geçmiş hangi geçmiştir? Olgusal gerçeklik düzeyinde tekliğini kabullendiğimiz bir olayın, “geçmiş”in belleklerden süzülüp geçmiş hali, süzülüp geldiği bellekler adedince farklı mıdır?

“...tenin tene temasında öyle bir şey vardır ki incelikli dayatmaların dolambaçlı çetrefil kanallarını fesheder, kestirmeden hedefe ulaşır, âşıklar kadar düşmanların da bildiği bir şeydir bu, çünkü insanı hem âşık hem düşman eder: - temas, merkezi Ben'in şahsi mülkünün surlarıdır: ruh değil, can değil; akışkan ve bağlantısız zihin bu dünya malikânesinin her karanlık koridoruna sokulmaya müsaittir. Ama tene tenle dokunuldu mu sınıfın, hatta rengin yumurta kabuğu parolası dağılır gider.” (s.119)

Son notlar:

Okumadan önce veya sonra İncil'deki Abşalom hikâyesine bakılmalı ki, romanın adı anlaşılsın.

Edebi olarak zor ve ağır (kurgusal olarak değil) kitaplarla başı hoş olmayanlara kitaba başlamadan önceki son uyarı, lütfen ilk çıkıştan çıkınız.

Öncesinde ve sonrasında yine Faulkner'den “Ses ve Öfke” okunabilir. “Ses ve Öfke”yi daha önce okumuş olanlar için hem Quentin, hem de diğer kişiler daha anlaşılır olacaktır.

Aslı Biçen'e harika çevirisi için teşekkürler.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.