Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gezgin bir bulut



Toplam oy: 500
Fulya Özlem
Pan Yayıncılık
Alışkanlıktan korkan, özgür iradesini her satırla ortaya seren bir yazar Fulya Özlem.

Ekmek Fabrikası Tanrıçası Fulya Özlem'in Pan Yayıncılık tarafından yayımlanan ilk kitabı. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten sonra aynı bölümde yüksek lisansını tamamlayan Özlem, akademik kariyeri bir yana, aslında bir müzisyen. Şarkıcılığı ve söz yazarlığı ile hitap ettiği dinleyicilerine öyküleri ile okurlarını da katıyor şimdilerde. On parmağında on marifet diyerek, biraz da gıpta ile baktıklarımızdan biri o; müzisyenliğinin ve yazarlığının yanı sıra çeşitli festivallerde gösterilen iki kısa film, multikültüralizm üzerine Almanya'da yaşadığı senelerde orada yayımlanan bir doktora tezi ve yabancı dillere yatkınlığının ve gezginliğinin de hediyesi olan beş dilde konuşabilme ve tercüme yapabilme zenginliği. Böyle renkli, çok yönlü ve donanımlı bir kalemden çıkan ilk öykü kitabını da merakla alıyoruz elbette elimize.


"Ölü Bakışlı Kadın" isimli öyküyle açılıyor kitap. Gözleri birden ölü balıklarınki gibi donup, manasını yitiren Gözde çoğumuz gibi sabah akşam işi ile evi arasında mekik dokuyan, binbir türlü sinir harbine maruz kalan bir şehir gazisi. Bir sabah uyanıp da aynada suretini görünce çığlığı basıyor. Kafka'ya göz kırpan kabus yeni başlamakta oysa. Çalıştığı bankada, serviste, yolda karşılaştığı insanlar Gözde'nin ölü balık gözlerinden irkiliyorlar ister istemez. Yapayalnız ve çaresiz kalan Gözde ise ağlamaya çalışıyor ama bir damla yaş bile akmıyor, gerçekten ziyade gözün bir sureti gibi durağan, ifadesiz kalmış gözlerinden.  Günler, günleri kovaladıktan sonra çareyi sonunda bir "Bakış Terapisti"ne gitmekte buluyor.  Derdine deva bulunur mu bilinmez ama ruhlarındaki çalkantıları bastıranlar, konuşmaktan, bağırmaktan korkanlar, ruhlarını körelten işlerde senelerce çoğu kez mecburiyetten çalışanlar, evliliklerinden, anlaşmalarından, kiralarından, kontratlarından, bir şehirden bir türlü gidemeyenler anlayacaktır kuşkusuz Gözde'nin donuk, ölü bakışlarının nedenini.

Öte yandan, otomobil gibi "uçar giden"ler ise, korksalar da pırpır yüreklerine rağmen hep hareket halindedirler. "Otomobil" öyküsündeki bir vapura binip zaman yolculuğuna çıkan, eski İstanbul hanımefendilerinden Fitnat Hanım; Uruguay'da bir hastanenin acil servisinde rastladığı Maide Teyze'nin sırlarına vâkıf, hislerine de tercüman olan genç kadın; Marakeş'te kendini arayan müzisyen; "dünyanın her yerine eşit uzaklıkta" olan o şehri bulmayı kafasına koymuş olan genç adam; sürekli değişiklik peşinde koşan, yeni ekmeğini ölümlülere tattırmak için bin bir numara deneyen fakat sonunda el falı bakmakta karar kılıp "her el bambaşka bir hayata açılan yeni bir başlangıçtır," diyebilen bir tanrıça; hepsi ancak bir türlü demir atmayan, arayan, soran, araştıran, sürekli yeni şeyler öğrenen, üreten ve böylece parıldayan bir yazarın kaleminden çıkabilirdi.


Gülsün Öykü Doğan'ın illüstrasyonları ile can bulan bu ironik, çoğunlukla trajikomik öykülerin kendine has bir bakış açısını, bir yaşam felsefesini yansıttığı muhakkak.
Elhamra Sarayı'na bakıp "Burası dünyanın en güzel yeri," diyen bir müzisyenle bir türlü hemfikir olamayan, alışkanlıktan korkan, özgür iradesini her satırla ortaya seren bir yazar Fulya Özlem. Kitabın sonundaki şu diyalog da çok güze yansıtıyor bu ruh halini:


 "Bazı insanlar var, aynı yerde doğup, yaşlanıp ölüyorlar. Onlar ağaç gibiler."
 "Peki biz Patrick, onlar ağaçsa biz neyiz?"
 "Biz de bulutlarız belki."


 Kök salan ağaçların bilgelikleri konuşulur durur, geçip giden bulutların bilgeliğini hiç tartışmaz insan. "Göğe bakalım," diyenlere kuşkusuz şifalı gelecek bir bulut; Fulya Özlem.

 

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Tayfun Pekdemir

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.