Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gizli Aşk Bu, Söyleyemem Derdimi Hiç Kimseye



Toplam oy: 1968
Özen Yula
Everest Yayınları

“Dünya bulanık bir yerdi. Bütün insanlar için...” Böyle diyor Müjde, Gizli Aşk Bu adlı romanında. Müjde kuşkusuz kendi hastalığından dolayı bulanık görmüyor dünyayı. Bugüne kadar geçirdiği tüm evreleri düşündüğünde ya da genel anlamda insanlık için baktığında dünyaya, sanki herkesin gözlerinde, hayata bakışlarındaki ifadede o bulanıklığı görüyor.

Ve aşk! O da bir tür bulanıklık halidir. İnsanın doğasında, yaradılışında mantıklı olma ediminin yanında mantığı alt üst edecek, kişiyi allak bulak edecek duygular da bulunur. Hem mantıklı olmak, hem de mantık dışı davranmak... Bu durumun çelişki olduğunu iddia edebiliriz. Ya da her şeyin karşıtıyla var olması gerektiğini söyleyebiliriz. Başka bir açılımla: doğada her olay ve süreç, kendi çelişkisini de içinde barındırır. Aşk da, o bulanıklık hali de insanın hem en büyük mutluluğu, hem de en büyük mutsuzluğu olarak adlandırılabilir. Bu çerçeveden baktığımızda, mantığın ve duygunun birbiriyle çelişmesi doğal olsa gerek.

Tüm bunları bir kenara bırakalım... Özen Yula aşk meselesini en yalın haliyle irdelemiş, özellikle görkemli cümleler kurmamış, ama duyguları görkemli bir şekilde, bir sinema filmi gibi izlettirmiş okuyucuya. Sıradan insanın duygu halini kendi yaşamlarının kurgusuna göre değerlendirmiş. Tüm bunlara karşın aşkın o ağdalı ruh halini vermeyi de ihmal etmemiş. Çünkü aşk, en basit ve yalın haliyle bakıldığında arabesktir. Acı çekersin, kendine şiddet uygularsın, kendi mutsuzluğundan faydalanırsın bir bakıma. Mesela, Müjde’nin çok sevdiği Şener’in hayatını kurtarmak için sevmediği bir adamla evlenmesi, başka çareler aramaksızın buna boyun eğmesi ve ayrılış nedenini sevdiğinden yıllarca sır gibi saklaması, aşk yüzünden insanın kendine uyguladığı şiddetten başka bir şey değildir. O nedenle sevmez miyiz eski Yeşilçam filmlerini? O acıyı derinden hissetmek arzusu yok mudur bu sevgide? Aynı zamanda, birbirlerine bir türlü kavuşamayan çiftlerin -kendilerince haklı- ayrılış sebepleri, büyük bir masumiyeti ve erdemi içerir. Ve aşk kavram olarak da kutsallaşır. Günümüzde pek rastlayamadığımız o masumiyeti, aşk uğruna çekilen erdemli acıyı, eski Türk filmlerine yakışır biçimde, belki de bir özlemle birlikte veriyor Özen Yula. Kuşkusuz Özen Yula’nın bir aşk hikâyesinde aradığı samimiyet ve sadakat arzusunun altında yatan asıl şey, bugün hepimizin her konuda masumiyetimizi kaybettiğimizin bir işareti olarak da algılanmalı. Belki de yuvaya dönüş arzusudur bu. Daha derine inersek, öze dönme, en saf olana ulaşma çabası da diyebiliriz.

Roman bir sinema filmi gibi kurgulanmış. (Zaten Gizli Aşk Bu, ilk önce yazarın kafasında bir tretman olarak tasarlanmış). Esas kadın (Adile Naşit ve Hulusi Kentmen’in kızı) Müjde Ar, esas adam Şener Şen, ikinci kadın Hümeyra, genç âşıklar Oktay Kaynarca ve Özge Namal bu kitabın, Gizli Aşk Bu filminin oyuncularıdır.

Ancak romanın başka önemli bir dokusu daha var: Cihangir! Mevzu Cihangir’i çok sevmekle ilgili değil kuşkusuz. Nasıl Yeşilçam filmlerinde bıraktığımız o hakiki aşka özlem duyuyorsak, uzaklaştığımız mahalle kültürüne de benzer duygularla yaklaşıyoruz Gizli Aşk Bu romanında. Bir mahalle -bu Cihangir de olmayabilir- ve mevsimlerden yaz. Hava sıcak. Asfaltta, nemden ve sıcaktan oluşan titrek çizgiler oynaşırken; kedilerin gölgelik bir yer bulma telaşı, bakkalın, manavın akşam saatlerinde dükkânlarının önüne attıkları sandalyelerde gelen gidenlerle muhabbet etmesi, siz evde miskin miskin yatarken, sokaktan geçen ve ne dediği anlaşılmayan bir satıcının bağırması, balkonlara asılan renk renk çamaşırlar, üst kattaki komşu kadının sarkıttığı bakkal sepetinin senin camına vurması, top oynayan, bağıran çocuk sesleri, akşam işten dönen evin erkeklerinin yarattığı sokaktaki diğer hareket... Saymakla bitiremeyeceğiniz ve hiçbir yerde bulamayacağınız samimiyet, aidiyet duygusunun, "bizim mahalle" anlayışının, eski filmlerde kalmasının getirdiği hüzün. Kitabı okurken belki de en çok sarsıldığım, güneşli günlerde sokaklarında dolaştığım İstanbul’umun, bugün her köşesinden artık yalnızlık fışkırdığını duyumsamak oldu. Elbette ki o unutulmaz melodiler. Kitabı okurken arka fonda derinden gelen bir ses. Mesela Mediha Demirkıran’ın sesinden Gizli Aşk Bu şarkısı.

Elbette bu şarkı başka melodilere de götürüyor okuyucuyu. Ya da kendi geçmişinizdeki melodilerin izini de sürmenize neden olabiliyor. Mesela Belkıs Özener’den dinlediğimizi yıllar sonra fark ettiğimiz Buruk Acı şarkısı, ne bileyim Gönül Turgut’un o buğulu sesinden dinlediğiniz Ve Ben Yalnız şarkısı ruhunuzu yokluyor. Gizli Aşk Bu, oyuncularının ya da roman kahramanlarının asıl aksiyonu ya da fırtınayı içlerinde yaşarken, siz de aynı hummalı sarsıntıyı dışarıdan bir okuyucu olarak duyumsuyorsunuz. Onlar içerden, siz dışardan ama aynı içtenlikle ve aynı kapıdan girerek aynı odanın içinde buluyorsunuz kendinizi. Ve plak bir kez daha dönüyor. Mediha Demirkıran tercüme oluyor duygularımıza: "Zevke veda, neşeye de, veda artık her şeye..."

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.