Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Görmenin siyaseti



Toplam oy: 1005
Joseph Conrad
Can Yayınları

‘Narcissus’un Zencisi’ne yazdığı ünlü önsözde Joseph Conrad, amacının “yazılı sözcüklerin gücüyle duymanızı sağlamak, hissetmenizi sağlamak... görmenizi sağlamak” olduğunu ve bunun tek başına her şey anlamına geldiğini söylemişti. Bu onun niyetiydi öncelikle, görmemizi sağlamayı istiyordu ama bunu başarıp başaramadığından pek de emin değildi. 2012’de Karanlığın Yüreği’nin kitap halinde yayımlanışının yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanırken, Conrad’ın görmemizi sağlamayı istediği şeyleri gerçekten de bize gösterip gösteremediğini biraz düşünelim. Romanın isimsiz anlatıcısı, Thames Nehri üzerinde bekleyen geminin güvertesinde beş kişilik bir grubun sessiz gözlemcisi olarak oturmuş, Londra’ya bakıyordur. Dünyanın en önemli şehrinin kıyısında oturan Yönetici/Kaptan, Muhasebeci, Avukat, Marlow ve Anlatıcı’yı ne kadar “net” görebiliriz?    


Nabokov roman sanatının tarihini, görme duyumuzu gittikçe keskinleştiren mikroskopların evrimiyle karşılaştırmıştı; bu ilerlemeci roman anlayışında bir önceki döneme göre daha “keskin” bir bakış sunan bir roman, kendisinden daha keskin bakışı sunan bir başka roman gelene kadar elimizdekilerin en iyisiydi. Conrad’ın dünyası Nabokov’un ilerlemeci roman tarihinde kendisine bir yer bulamadı, çünkü E. M. Forster’ın da belirttiği üzere, Conrad’daki imgelerin merkezinde bir mücevher saklı değildi, imgenin özüne ulaştığınızda karşınıza yalnızca “buhar” çıkıyordu. Bu “buhar”, izlenimci bir romancı olarak görülen Conrad’ın imgelerinin keskinliğini bulandırıyordu ve biz sis yüzünden, tıpkı bir Turner tablosunda olduğu gibi, karşıdaki gemiyi pek de iyi seçemiyor, daha çok aradaki sisi, buharı veya anlatımın tuhaflığını görüyorduk.


O zaman şu ayrıntılara ne diyeceğiz? Marlow’un Belçika’da gittiği Şirket bürosunun girişinde örgü ören kadınlardan birinin kucağında bir kedi vardı. Thames’deki güvertede, Avukat en çok saygı duyulan kişiydi ve altına sermesi için kendisine gemideki yegane yastık verilmişti. Muhasebeci, elindeki domino taşlarıyla bunlar kemik parçalarıymış gibi “mimari bir biçimde” oynuyordu. Ofis yöneticisinin odasındaki masa, çam ağacından yapılmıştı. Girişte kucağında bir kediyle bekleyen kadının bez terlikleri vardı (kadınlardan biri şişman, biri zayıftı) ve bu kadın ayaklarını bir ısıtıcının üzerine uzatmıştı.

Marlow’un kafasını ölçmek isteyen Belçikalı doktor o gün tıraş olmamıştı. Bu tür “keskin” ayrıntılardan sonra, Conrad’ın üslubunun daha karakteristik bir örneği: Marlow bir savaş gemisinin “bir kıtaya ateş ettiğini” görmüştü (burada patlamanın gerçekleştiği yerin ayrıntılarını görmek şöyle dursun, saldırının bütün bir kıtaya yapıldığını ima etmeyi isteyen cümlenin bunu bizzat kendisi yaparak yarattığı mantıksal sıçramaya şaşırırız). Marlow’un tek başına gezip bir ağacın altına girdiği bir bölümde, çevresindeki manzara “Cehennem’in dairelerinden biri” gibidir. Çevrede karanlık şekiller vardır, bunlar yerde yatıyor, ağaçların arasında oturuyor, kendi gövdelerini ağaçların gövdelerine yaslıyorlardır. Conrad’ı “lanet olasıca bir ırkçı” olmakla suçlayan ve Karanlığın Yüreği’nin okul müfredatlarından çıkarılmasını talep eden Chinua Achebe haklı mıdır? Yerlilerin görüntüleri Conrad’ın “buhar”ı aracılığıyla arkaplandaki ormana karışır. Ancak onların Avrupalı özenin görme nesnelerine dönüşmesi, yine de yerlileri görünmez kılmaz. Daha büyük fırça darbeleriyle çizilmiş, daha dolgun, çarpıcı ama ayrıntıdan uzak parçalara dönüşürler: onları görürüz ama ancak birer siyah leke olarak.


Peki burada Conrad’ın görmemizi sağladığı şey nedir? Marlow’un köleleştirilmiş yerlilere sunabildiği yegane dayanışma işareti, İsveçli kaptandan aldığı bisküvi parçasını onlardan biriyle paylaşmasıdır. Kendisine bir özel isim bahşedilmemiş bu yerlinin adını da, şeklini de bütünüyle göremeyiz; “siyah kemikleri”nden bahsedilir, göz kapaklarını görürüz, genç bir adamdır, “neredeyse bir oğlan çocuğu” der Marlow (“ama bilirsiniz, onlar söz konusu olduğunda anlamak zordur”). Ona kaç tane bisküvi verir? Cebindeki bisküvilerden bir tanesini. Yerlinin parmakları bisküvinin üzerinde yavaşça kapanır. Sonra, aniden beliren bir imge: yerli, boynunun çevresine bir parça “beyaz yün kumaş” bağlamıştır. Neden? “Nereden almıştı bunu?” Bu bir işaret midir, bir süs müdür yoksa bir tılsım mıdır? “Denizlerin ötesinden gelen” bu beyaz kumaş parçası, “siyah boynunun çevresinde ürkütücü görünüyordu.”

Conrad’ın burada bizden görmemizi istediği şey tam olarak nedir? Siyah boynun çevresine geçirilmiş beyaz kumaş, Conrad’ın muğlaklıkla keskinlik arasında özel bir üçüncü yerde duran bakış açısının en iyi örneği değil mi? O kumaş parçasını görebiliyorsak teslim edelim, burada modernist romancıların en Platoncularından biri olan Conrad’ın bize yaşattığı deneyim benzersizdir: tam olarak göremediğimiz bir şeyi hissederek ve duyarak, önümüzdeki imgenin ötesindeki başka bir şeyi “görmek”.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.