Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

GrafikRoman // Işıklı sayfalarda ergen öfkesi


İyi
Toplam oy: 542
Gian Alfonso Pacinotti // Çev. Ayla Meltem Görgün
Karakarga
Daha iyi hikayeler bulabiliriz ama hikayesiyle bu kadar uyumlu, bu denli göz alıcı bir çizgiye az rastlarız. Gipi’yle çizerlerimizin, grafik roman okurlarının tanışması gerekiyor.

Gipi, 1963 doğumlu ünlü bir İtalyan çizgi romancı. Asıl adı Gian Alfonso Pacinotti. Sinemaya olan yakın ilgisi, yönetmenliği, dokunaklı grafik romanları, akıllı sözleri, büyülü renkleri, ilginç ardışıklığı onu son on yılın en çok merak edilen Avrupalı üreticilerden biri yaptı. Ülkesinde hatırı sayılır bir çizgi roman piyasası olmasına rağmen anlattığı hikayelerin niteliği nedeniyle asıl olarak Fransa’da ilgi gördü, ilk büyük itibarlı ödülünü 2005 yılında Angoulême’de kazandı. 2006’ta Amerika’da Gli Innocenti (The Innocents) ile Eisner’e aday gösterildi, böylece İngilizceye de etkili bir giriş yaptı. Bizim tanışmamız ise çok yeni bir çalışmasıyla, Oğulların Diyarı (La terre des fils, 2017) ile ancak bu yıl gerçekleşebildi.

 

Oğulların Diyarı karanlık bir hikaye, belirsiz bir gelecekte geçiyor. Bilimkurgu edebiyatından, sinemadan, çizgi romanlardan aşina olduğumuz bir yokluk ve seyreklik dünyası bu. Albümün başında, “sonumuzu getiren sebepler hakkında, tarih kitaplarında sayfalarca yazı yazılabilirdi. Ama sonumuz geldiğinde bir daha hiç kitap yazılmadı,” epigrafı yer alıyor. Uygarlık, ilkel bir evreye dönmüş, bir insan azlığı var, kıt kaynaklar için birbirlerini öldürüp yiyiyorlar, kimsenin okuma yazma bilmediği, kitabın kutsal sayıldığı bir evredeyiz... Gipi, hikayeden çok atmosferle başlamış o yüzden; uzun sazlıklar ve çayırlıklar, bulutsuz bir gökyüzü, sık yağan yağmur, durgun sular düşünmüş. Geçmişte ne olduğunu, “kıyametin” nasıl koptuğunu özellikle anlatmayarak muğlaklıktan estetik olarak faydalanmak istemiş. Gipi, hikayelerinde ergenlikle, genç erkeklerin büyüme sıkıntılarıyla ziyadesiyle ilgilenmiş biri. Maharetli olduğunu bilerek ve severek, Tom Sawyer ile Huckleberry Finn’i andıran iki ergeni, iki kardeşi kahraman seçerek başlamış anlatacaklarına. Eğlenen, oyun oynayan iki çocuğun beklenmedik bir biçimde bir köpeği öldürmesiyle okuru şaşırtmayı arzulamış. Soğuk ve rahatsız edici bir hikaye anlatacağını hissettirmiş. Karşımızdakiler Tom ve Huckleberry değiller.

 

 

 

İki genç, yakaladıkları ganimetle babalarına, evlerine dönüyorlar. Aile içinde herhangi bir sıcaklık değil, sert bir sessizlik olduğunu öğreniyoruz böylelikle. Baba, oğullarını korumak adına kesin emirler veriyor, yasaklar getiriyor, ebeveyn cesametiyle onları kontrol etmeye çalışıyor. Oğullarsa, ufak ufak sınırları ihlal etmek, babaya isyan etmek istiyorlar. Babanın huşuneti ile çocukların dünyayı tanımak isteyen meraklı isyankarlığı, hikayenin sürükleyici gerilimi oluyor. Yaşadıkları vahşi dünyaya direnebilmeleri için babanın çocuklara bile isteye höt zöt ettiğini anlıyoruz. Çocuklardan küçük olanı babasına hem hayranlık duyuyor hem de onun otoritesini yıkmayı arzuluyor. Anlatılanları sorguluyor, şüphe ediyor. Bütün o sert erkek pozlarına karşın, babasının kendisini sevip sevmediğini öğrenmeye çalışan, sevilmek isteyen küçük bir çocuk aslında. Bu takıntılı hissiyat çok başarılı resmedilmiş.

Edebi bir yavaşlık

 

Gipi, kimi meseleleri ayrıksı bir ustalıkla hikayeleştiriyor. Yukarıda değindim, ergen halleriyle ilgili etkili diyaloglar ve sahneler kurabiliyor; öyle ki, bu konuda, yakın dönemin en iyi anlatıcısı olabilir. Üstelik bunu, sanki onu anlatmıyormuşçasına yapabiliyor. Önce Fransa’da sonra Amerika’da kendisine şöhret getiren Notes for a War Story (2005) çalışmasında bizi savaşla yüzleştirmiş, savaş tehdidinin yakınlığını hissettirmek için üç genç kahramanına Fransa’da Fransızca, İtalya’da İtalyanca isimler seçmişti. İnsanların uzak diyarda olup bitenleri okumalarını değil, o savaş çok yakınlarına gelirse neler olabileceğini düşünmelerini istiyordu. Gençlerin büyüme hikayesiyle savaşın acımasızlığı yan yana geliştiriyordu. Benzer biçimde Oğulların Diyarı, bir bilimkurgu motifini temel alsa da, iki kardeşin yaşam mücadelesini içeriyor, varolma ve iyileşme hikayesi olarak gelişiyor. Bir parantez açalım; Gipi, etkilendiği çizgi romancı olarak Andrea Pazienza’yı (1956-1988) işaret etmiş. Anaakım İtalyan çizgi romanından değil de “underground” akımın temsilcilerinden birine “ustam” demesi tesadüf değil. Pazienza’nın seksenli yıllarda çıkmış çalışmalarından yapılmış –meraklısı için söylüyorum, Lombak çizgi romanlarını hatırlatan– Zanardi derlemesi bu yıl İngilizcede yayımlandı. Zanardi, genç erkeklerin cinsel açlık ve büyümeye dair savrulmalarını anlatsa da asıl ilginçliği ergen konuşkanlığını, heyecan ve pragmatizmini göstermesinde yatıyor. Gipi, gündelik diyalogları, küçük saplantılar ve uzlaşmazlıkları kendisine modellediği Zanardi’nin aksine punkvari bir süratle değil edebi bir yavaşlıkla istifliyor. Gipi’nin karakterleri masumiyetlerini korumakla dış dünyanın tehditlerine direnmek arasında salınır, kolayca seçimler yapamaz, sürüklenip dururlar. Gipi, tahayyül edilen ile realitenin farklı olduğunu vurgulamayı seviyor, çocuklar zamana ve yeni rekabet koşullarına uyarak büyümek zorundalar. Dünya, ebeveynlerin ve öğretmenlerin anlattığı dünya değil.

 

Peki, Gipi, çizgiyi nasıl kuruyor? Röportajlarında ilk sayfalarda hikayeye göre bir çizgi aradığını, o albüm için yakaladığı üslubun doğaçlamayla geliştiğini söylüyor. Hikayesini yavaşlatmayı tercih ediyor demiştim, bunu çizgiyle de gösteriyor, kamerasını birdenbire başka bir tarafa çevirip sahnesinden uzaklaşıveriyor. Hikayeyle ilgisiz duran, karakterlerinin ruh halini belirginleştiren ara sahnelerle mutlaka ağırlaştırıyor akışı. Uzaktan havlayan köpekler, kargalar katılıyor sahneye. Oğulların Diyarı’nda okunamayan-ne yazıldığı anlaşılamayan defter sayfalarını gösteren kareler var. Arka arkaya otuz kare görüyoruz, on sayfa ediyor, okuma yazma bilmeyen küçük oğul, nasıl deftere bakıp bir şey anlayamıyorsa biz de öyle bakıyor ve anlamıyoruz. İlk gördüğümde haddinden fazla uzatıldığını düşünmüştüm, sonra okura hissettirdiklerini tahayyül ederek cesur ve heyecan verici buldum. Israrla tekrarlayacağım, çizgi romanlar bugünün, sinemanın, bilgisayarın süratine yetişemiyorlar artık. Direksiyonu başka bir yöne kırmalılar, belki arabadan inmeli, anayoldan çıkmalı, patikadan yürümeliler. Oğulların Diyarı, yavaşlığın, farklılık gösteren “anlatı keşiflerinin”, her şeyi açık etmeyen dolaylı anlatımın, zeka dolu muğlaklığın taze bir alternatifi… Gipi, rengi çok iyi kullanan bir çizer olmakla birlikte siyah tükenmez kalemle çizilmiş gibi duran eşsiz sayfalar çıkarmış Oğulların Diyarı’nda. Bazen bol taramış, bazen insan kıtlığını vurgulamak için neredeyse bembeyaz duran, ışıklı sayfalar çıkarmış. Kendi adıma şunu rahatlıkla söyleyebilirim; daha iyi hikayeler bulabiliriz ama hikayesiyle bu kadar uyumlu, bu denli göz alıcı bir çizgiye az rastlarız. Gipi’yle çizerlerimizin, grafik roman okurlarının tanışması gerekiyor. Gipi’nin hikaye anlatma coşkusu bu dünyayı katlanılır kılan güzelliklerden çünkü.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.