Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hain kim, kahraman kim?



Toplam oy: 684
Türker Armaner
Metis Yayıncılık
Türker Armaner, siyaset felsefesi içinde mütalaa edilebilecek meseleleri polisiye/casusluk türünün kalıplarını kullanarak sürükleyici bir hikaye ile romanlaştırmış.

Türker Armaner’in edebiyat hayatı Kıyısız (1997), Taş Hücre (2000) ve Dalgakıran (2003) adlı öykü kitapları ile başlamıştı. İlk romanı Tahta Saplı Bıçak’ı ise 2007 yılında yayımladı. Sonra, yazmayı bıraktığını düşündürecek kadar uzun bir sessizlik dönemine girdi Armaner... Dokuz yıllık bir aranın ardından ise, Hüküm romanı ile yeniden okuyucu karşısına çıkıyor. Hüküm, işgal yılları İstanbul’unda, gizli teşkilatlar arasında geçen entrika dolu hikayesi kadar tartışmaya açtığı -ve romanı günümüzle ilişkilendiren- kavramlarla da ilgi çekici bir anlatı.

1920 yılında, Köstence Limanı'na demirlemiş bir gemi güvertesinde başlıyor hikaye. İstanbul’un işgalinden sonra “hain” ilan edilince karısı ve küçük oğlunu da yanına alarak memleketi terk eden Seyit Bey’i derin düşüncelere dalmış bir halde buluyoruz: “İşgal olmasaydı ‘hain’ ilan edilecek miydim, bilmiyorum. Ama tüm bu siyasi kargaşanın içinde hiç kimsenin bir sıfatı yoktu ve herkes her sıfatı alabilirdi. Herkes haindi ve hiç kimse hain değildi. Toz duman dağıldıktan sonra muktedir kahraman, mağlup hain olacaktı. Her şey aynı anda hem doğru hem de yanlıştı ya da bir tavır bir an doğru hemen sonrasında yanlış, daha sonra yine doğru olabilirdi. Kimsenin birini desteklemekten ya da birileri tarafından desteklenmekten kaçması mümkün değildi. İngilizler, Fransızlar, Hükümet, milliyetçiler, Bolşevikler, diğerleri... Hepimiz, rulet çarkı gibi kendi çevresinde dönen tek bir sahnedeydik, hangimizin ‘kahraman’, hangimizin ‘hain’ taşında duracağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Hepimiz kendimizi bir diğerine göre tarif ediyorduk ve kimsenin tümüyle güvendiği biri yoktu.” Seyit Bey’in zihninden geçenler, aslında kitabı çok iyi özetliyor. Ama yine de onu sürgünlüğe götüren gelişmeleri kısaca anlatalım. Başlangıcı 20. yüzyılı sarsan savaşlara ve Ekim Devrimine kadar götürmek de mümkün ama şimdilik 1920 yılından ötesine geçmeyelim. Malum, İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş durumda. İşgale karşı Anadolu’da bir direniş var. Direnişçilere destek veren çok sayıda gizli örgüt -Karakol Cemiyeti, Mim Mim Grubu, Felah grubu- İstanbul’da faaliyet gösteriyor. İtilaf Devletlerinin gizli servisleri ise, bunları, karşı casusluk faaliyetleriyle bastırmak gayretinde. Buna bir de kendilerine müttefik arayan Bolşevikleri eklediğimizde oyuncu kadrosu tamamlanıyor.

 

 

İşte tam bu sırada ismi, cismi, davası, arkasındaki maddi desteğin ve kullandığı silahların kaynağı bilinmeyen ama eylemleriyle ses getiren, sanki şiarı sadece “isyan” olan yeni bir teşkilat çıkıyor ortaya. Aslında ne işgacilerle, ne Anadolu’daki -milliyetçiler olarak nitelendirdikleri- direnişçilerle ne de işbirlikçi hükümetle özel bir dertleri yok. Teşkilatın esasını dini ve milli unsurlar da oluşturmuyor. İçine düşülen fiili durum hakkında “her şeyin yerinden oynadığı, şahısların ve şeylerin tabii kanunlara aykırı hareket ettiği bir dönem” tespiti yaparak harekete geçmişler. Onlar için mutlak hain de yok, mutlak kahraman da... Ve Teşkilat, bazı insanlara beklenmedik bir anda ve bir yerde, tahmin edilemeyecek bir kişi tarafından kendilerine katılması için öneride bulunarak genişliyor.

Teşkilatın son iki adamı iki yakın arkadaş; kod adlarıyla Ömer ve Halil. Bir süre sonra bu iki arkadaş Teşkilat tarafından kimliği şaibeli bir şahsı -Seyit Bey’i- izlemekle görevlendirildiğinde kuralları, hedefleri, kazanmanın mükafatı, kaybetmenin bedeli belirsiz bir ölüm kalım oyunu başlayacaktır...


Eylemin dayanılmaz çekiciliği

 

Somut bir tarihe dair hikayesi ile Hüküm, ilk bakışta bir tarihi roman olarak değerlendirilebilir. Hatta, konu ettiği gizli servisler ve entrikalar nedeniyle bu değerlendirmeye “polisiye” eklemesini de yapabilirsiniz. Öte yandan, son birkaç yılın Türkiye’sinde yaşananları hatırladığınızda Hüküm’ün geçmişten ziyade günümüzle ilişkili olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak Türker Armaner’in geçmişi ya da bugünü -olaylar ve olgular anlamında- tartışmak gibi bir niyeti yok. Kavramların ve roman kişilerinin insani zaaflarının gerek geçmişte gerekse bugünde ve bu coğrafyada bir karşılığı olmakla birlikte, Armaner bunlardan hareketle çok daha genel -evrensel- bir tartışmanın kapılarını açıyor. Elbette roman kişileri, özellikle de Halil karakteri üzerinden yürüyen bir tartışma bu...

Halil, üst düzey bir Osmanlı bürokratının oğlu. Amerikan okulunu bitirip yüksek tahsilini Paris’te tamamlamış, bir süre sevgilisinin peşinden gittiği Stockholm’de yaşamış, savaş nedeniyle İstanbul’a dönmüş yalnız bir adam. “İnsaniyet” adlı sol eğilimli bir dergiye takma adlarla yazılar yazmak dışında siyasi bir faaliyeti bulunmayan bir entelektüel. Sevgilisinin değerlendirmesiyle, “Dünyaya düşmüş bir yabancıya benziyor. Her şeye tutkusu olan ama dünyanın kendisinden habersiz döndüğünü düşünen, yeryüzünün dönmeye devam etmek için kendisine ihtiyacı olmamasından dolayı hayıflanan biri gibi sanki...” Yeryüzünün dönmesine katkıda bulunacak eylemlilikten yoksun olduğu için gerçekten de hayıflanıyor Halil ama kendini eylem halinde görmekten korkuyor. Olup bitenleri izlemekle yetiniyor, ta ki Teşkilat’ın teklifini alana kadar... O andan sonra büyük bir değişim geçirecektir Halil. Ruhunu içeriğini tam olarak bilmediği bir dava içinde eritmiş, bir güçle bütünleşmiş ve eylem adamına dönüşmüştür.

Halil’in yaşadığı sürecin hem günümüz entelektüelinin hem de genel bir insani durumun yansıması olduğu çok açık. Türker Armaner, siyaset felsefesi içinde mütalaa edilebilecek meseleleri polisiye/casusluk türünün kalıplarını kullanarak sürükleyici bir hikaye ile romanlaştırmış. Okumayanlar için bir not düşelim; Armaner’in ilk romanı Tahta Saplı Bıçak’ta da felsefi temalar önemliydi. Ancak her iki romanda felsefi tartışmalar edebiyatı, hikaye anlatıcılığını gölgelemiyor. Buna karşılık anlattığı hikayeler, insan tipleri ve tartışılan meseleler daha hacimli anlatıları hak ediyor diye düşünüyorum. İğneyi kendimize de batıralım ve Hüküm’ün daha hacimli eleştiri yazılarını hak ettiğini de ekleyelim.

 

 


 

 

 

Görsel: Ali Calkan

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.