Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hamlet doğmak


Gayet iyi
Toplam oy: 385
Ian McEwan // Çevi. İlknur Özdemir
Yapı Kredi Yayınları
Fındık Kabuğu, babasını annesi ile amcasının işlediği cinayete kurban veren Hamlet’in sıkışmışlığını bir metafor olmaktan çıkarıyor.

2016 yılı, Shakespeare’in ölümünün 400. yıl dönümüydü; ve bu vesileyle yazar, özellikle İngiltere’de pek çok etkinlikle anıldı. Bu etkinlikler arasında roman okurlarını en çok heyecanlandıran ise şüphesiz Shakespeare’in eserlerinin Hogart Press öncülüğünde, Jeanette Winterson, Jo Nesbo, Margaret Atwood, Giliian Flynn gibi yazarlar tarafından yeniden kaleme alınması olmuştu. (Hatırlatmak gerekirse, bu romanlardan ilk ikisi -Zaman Boşluğu ve Cadı Tohumu- yakın zamanda Türkçeye de ulaştı.) Şimdi ise elimizde, İngiltere’de geçen yıl esen bu Shakespeare rüzgarına kayıtsız kalamayan Ian McEwan’ın son romanı Fındık Kabuğu var.


Yayımlanır yayımlanmaz İngiltere’nin çok satan kitaplar listesine giren Fındık Kabuğu, babasını annesi ile amcasının işlediği cinayete kurban veren ve böylece aslında sadece babasını değil, annesini de kaybeden Hamlet’in sıkışmışlığını bir metafor olmaktan çıkarıyor. Güveni annesi tarafından sarsılmış bir insanın artık bir başkasına güvenmesi, duygusal sağlığını muhafaza etmesi elbette çok güçtür; fakat söz konusu olan duygusal gelişimini tamamlamamış biriyse, yani bir çocuksa yara çok daha derin olacaktır mutlaka. Peki ya söz konusu olan bir fetüs ise? McEwan bu sorunun peşinden giderek doğumuna birkaç gün kala, en huzurlu ve en korunaklı olması gereken yerde, sevilmediği ve istenmediği kuşkularıyla, gelecek kaygılarıyla boğuşan Hamlet’le tanıştırıyor bizi, rahmin duvarları üstüne üstüne geliyor Hamlet’in. Babasının nasıl öldürüleceğini dinlerken planlara müdahale edememenin (Edemeyecek mi sahiden?) acısını da yaşıyor. Shakespeare’in Hamlet’i hiç değilse bu dertten azadeydi.

 


Hamlet’in annesi Gertrude, Fındık Kabuğu’nda Trudy olarak çıkıyor karşımıza; amcası Claudius ise Claude olarak… Ve kitap Hamlet’ten bir alıntıyla açılıyor, böylece romanın adının nereden geldiğini de anlıyoruz: “Ah, Tanrım, kötü rüyalar görmeyecek olsam; bir fındık kabuğuna bile sığar ve yine de kendimi kainatın kralı sayabilirim.” Fetüs Hamlet, dünyayı annesinin neredeyse tüm boş zamanlarında dinlediği podcastlerle tanıyor. Bizzat deneyimlemediği için dış dünyayı tanımlayan sıfatların tam tamına neye tekabül ettiğini kavrayamasa da, duyduklarını birbirlerine referansla yan yana dizip makul bir lejant oluşturuyor ve zihninde kurguladığı isabetli haritada kaybolmadan, derinlikli (ve eğlenceli) yorumlar yaparak ilerliyor. Bizim bu sürece ikna olmamız ve küçük Hamlet’in analizlerinden keyif almamız da McEwan’ın başarısı tabii.


Annenin nasıl bir hamilelik geçirdiğinin, öfkeli veya stresli anlarda vücutta salgılanan hormonlar bebeğe ulaştığı ve bebeğin bu hormonlara ilişkin eşiklerini etkilediği için, önem taşıdığı biliniyor artık. “Keşke hiç doğmasam,” diyerek iç geçiren bir fetüs, insanı yetişkin bir Hamlet’in yakarışlarından daha fazla üzüyor bu yüzden. Fakat ortalama normal doğum süresinin ilk bebekte 10-15 saat, sonraki doğumlarda ise 5-7 saat arasında gerçekleştiğini de biliyoruz ve bu yüzden kitabın sonundaki doğumun pek gerçekçi sayılamayacak basitliği bir miktar hayal kırıklığı yaratıyor; oysa bu epeyce sadeleştirilmiş tabloya sinema filmlerinden alışmış olmalıydık. Peki, kadının suyunun gelmesiyle başlayıp anında sıklaşan sancıları ve çabucak nihayete eren doğumu neden bu kadar seviyor (erkek) yazarlar ve yönetmenler? Doğumu basite indirgemek, ataerkil toplumsal yapının bir sonucu olmalı.


Fındık Kabuğu, annesinin karnından bize seslenen anlatıcısıyla farklı ve her kütüphanede bulunması gereken bir roman.


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.