Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hepimizi yakmaya hazır güruh


İyi
Toplam oy: 282
Juan Gabriel Vasquez // Çev. Süleyman Doğru
Everest Yayınları
Kaleminde doğduğu toprakların bereketini taşıyan Vásquez şimdi ne yazacak, merakla bekliyorum.

Gündemin 24 saat içinde değişiverdiği, devletin ideolojik aygıtları vasıtasıyla gerçekliğin bir gecede tepetaklak olup bambaşka biçimler aldığı bir dünyada itibar ya da en yaygın haliyle itibarsızlık üzerine düşünmek pek kolay değil… Zeminler bunca kayganken, kamunun anlık hafızası hiçbir şeyin kaydını tutmazken, bir kişinin ya da bir kurumun itibarını ne belirler ve bu belirlenen “şey”in ömrü ne kadardır? Bu soruların cevabı insanlık tarihinde bugüne kadar hiç bugünkü kadar muallak olmuş mudur, pek emin değilim.


Sanıyorum çoğumuzun kütüphanesine Düşen Şeylerin Gürültüsü ile giriş yapan ve ekseriyetle beğenisini kazanan Juan Gabriel Vásquez’in Türkçedeki son romanı İtibarlar, itibar ile özel hayat arasında sıkışan bireyin merkezinde, hakkımızdaki kamusal algı, bu algının gerçekliği ve geçmiş ile geçmişi hatırlama biçimlerimiz üzerinde yoğunlaşıyor. Roman bu haliyle ziyadesiyle güncel bir konu etrafında şekillenirken, Vásquez’in bir hikaye anlatıcısı olarak dünyaca kabul görmüş yeteneğinin bir başka örneğini gözler önüne seriyor.


Romanın ana karakteri Javier Mallarino, Kolombiyalı bir karikatüristtir. Mallarino kırk yıllık kariyerinin vardığı noktada yaşayan bir efsanedir artık. Öyle ki, yıllardır devam ettirdiği günlük köşesi bir ulusun siyasi nabzını tutarken onu da hayran olunan, takdir edilen bir kanaat önderine dönüştürmüştür: Çizdiği karikatürlerle siyasilerin kariyerlerini yerle bir eder, yasaları değiştirebilir ve hatta yargıçların kararlarını etkileyebilir. Köşesi, gazetede fikirler bölümünün ilk sayfasının tam ortasındadır. Mallarino’nunki elbette kolay ve pürüzsüz bir kariyer değildir. Buraya gelmek için bir “sanatçı” olarak gazeteciliğin vahşi dünyasına adım atması, kendisini türlü zorlukları aşarak hem medyaya hem de siyasi otoritelere kabul ettirmesi gerekir. Türlü tehditlerle ve suçlamalarla yüzleşmek zorunda kalır. Karikatürleriyle fütursuzca hedeflediği onlarca siyasiyi düşününce kuşkusuz hayranlık kadar nefret ve korku duygularını da tetikler. Bugünse geldiği noktada her ne kadar itibarlı bir karikatürist, hatta ülke çapında bir şöhret olsa da, yıllar önce karısından ve kızından ayrılarak, kazanın kaynadığı Bogota’dan taşraya, sakin bir hayata kaçıp saklanmış, 65 yaşında yalnız bir adamdır.


Geçmiş ve bellek

 

Gazeteden aldığı bir telefonla hayatı değişir Mallarino’nun. Onuruna bir tören düzenlenecektir. Hatta bu saygı gösterisinin bir parçası olarak Mallarino’nun bir otoportresi -tabii ki bir karikatürdür bu- ulusal posta servisinin yeni pulu olarak tanıtılacaktır. Ancak bu etkinlikte karşısına çıkan genç bir kadın olayları raydan çıkarır; kadın onu geçmişte bir güne götürecek, Mallarino ortak hatıraların peşinde kırk yıllık kariyerinde belki de ilk kez kendisini, geçmişini, mesleğini, devasa başarısını ve kişisel itibarını sorgulayacaktır. Yirmi sekiz yaşındaki bu kadın, Mallarino’nun kızının çocukken evdeki bir partiye davet ettiği bir arkadaşıdır. Partide iki küçük kız bardakların dibindeki içkileri içip sarhoş olmuş ve iddia edilen o ki geceye davetsiz katılan bir milletvekilinin tacizine uğramıştır. Her ne kadar kesin bir kanıya varılamasa da, gerçekleştiği iddia edilen olay Mallarino’nun ertesi günkü karikatürün konusu olur. İlerleyen zamanda bu skandal, bir karikatürle kamunun nefretini kazanan milletvekilinin hayatı dahil her şeyini yitirmesiyle sonuçlanır. Yirmi yıl sonra ortaya çıkan genç kadınsa o gece gerçekte neler olduğunu öğrenmek ister; kişisel hikayesinde eksik bir parça, karanlık bir yerdir bu hikaye ve işin aslını bilmek istemektedir. Bunun için Mallarino’dan yardım talep eder.



Mallarino’nun suçluluk duygusuyla beslenen bu tuhaf ortaklık insanlardan kaçıp bir dağ evine saklanmış altmış beş yaşındaki yaşlı bir adamın eski defterleri açmasına ve en nihayetinde kendisiyle hesaplaşmasına önayak olur: Mallarino öznesi olduğu saygı gecesinin de onayladığı üzere artık karikatürünü çizdiği figürlerden birine dönüşmüştür; otoportresi ulusal bir posta pulunu süsler. Tüm hayatı boyunca eleştirdiği siyasi otorite onu artık tanıyor, onaylıyor ve ödüllendiriyordur. Yıllar önce evine gelen milletvekilinin hayatını mahvedip mahvetmediğini düşünür. Geçmişin biz onu nasıl hatırlamak istiyorsak öyle şekillendiğini, hafızanın unutmayı tercih ettiği şeyler olduğunu düşünür. Kendisinin bir iftiracı olup olmadığını… Medyanın gücünü kötüye kullanıp kullanmadığını: “Adam mahvedilmeyi hak etmiş olsa da, bir adamın hayatını mahvetmek neye yarıyordu?” Belki de artık sıranın ona geldiğini düşünür. Sonuçta sadece hedef alıp hayatını kararttığı insanların değil, herkesin kapısında onu ve itibarını yerle bir etmek için bir güruh bekliyordur: “hepimizi kamuoyunun değişken ve kaprisli ateşinde yakmaya hazır bir güruhtur” bu. Çünkü kamunun gözünde adaletin de adaletsizliğin de bir önemi yoktur: “Halkın aşağılamadan daha çok hoşuna giden bir şey vardı, o da aşağılanmış olanın aşağılanmasıdır.”



İtibarlar, Güney Amerika edebiyatının çağdaş ustalarından Juan Gabriel Vásquez’in sadık okurunu memnun edecek, onunla yeni tanışan okura ise yazarın diğer kitaplarını merak ettirecek nitelikte bir roman… Kaleminde doğduğu toprakların bereketini taşıyan ve geçmiş ile bellek konusundaki takıntısını bir okur olarak kalpten desteklediğim Vásquez şimdi ne yazacak, merakla bekliyorum.

 

 


 

 

 

Görsel: Enes Diriğ

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.