Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her şeyin geçiciliğinin mutlak bilgisi



Toplam oy: 774
Carrie Snyder // Çev. Çiçek Öztek
Alef
Kız Koşucu her şeyden çok kadın olmayı anlatıyor aslında. Hâkim toplumsal cinsiyet rejiminin dışına çıkmaya çalışan kadınların önüne sıralanan engelleri hatırlatıyor.

Kadınların bazı yarışlara ve atletizm dışı yarışmalara katılmalarına ilk defa izin verilen 1928 Amsterdam Olimpiyatları, kadın atletler için bir başlangıcı ifade ettiği gibi aynı zamanda da bir sondur. Zira yarışın ardından spor yorumcuları arasında ciddi bir infial dalgası yükselir; yarışa katılan kadınların yarısının yerlere yığıldığı, yarışı bitiremediği aktarılır. Bugün bu yorumlar çokça tartışılsa da yarışların hemen ardından bir komite toplanır ve kadınların gelecek yıllarda düzenlenecek Olimpiyat Oyunları'nda 200 metrenin üzerindeki mesafeleri koşmaları yasaklanır! Kadınların bir daha 800 metrede yarışması ancak 1960 Roma Olimpiyatları'nda mümkün olacak, kadınlar maratonu için ise 1984 Los Angeles Olimpiyatları'na kadar beklemek gerekecektir.

 

Kız Koşucu romanı, 1928'de Amsterdam'daki 800 metre yarışında altın madalyayı alan kurgu bir kadın karakteri merkezine alıyor. Aganetha (Aggie) Smart kısa mesafe koşularda iyi olmasa da, mesafe uzadıkça tüm rakiplerini –erkekleri de– geride bırakan, dayanıklı, ısrarcı, hatta saplantılı bir koşucudur. Tesadüf eseri keşfedilmesinin ve antrenmanlarda gösterdiği başarının ardından olimpiyat takımına seçilir ve kendisinden beklendiği gibi altın madalyayı alır. (Romanda anlatılan hikaye bir yana, o yıl altın madalyayı alan Alman atlet Karoline Radke-Batschauer'dir.) Fakat kadere bakın ki, Aganetha'nın atletizm serüveni parladığı gibi bir çırpıda da sönmüştür... Artık 104 yaşında olan Aganetha karakterinin hayatının farklı dönemlerine gidip gelen roman, geçmiş ve bugünü gayet dengeli biçimde harmanlayarak bazen eskide kalmış gibi gözüken, ama çoğu zaman hemen yanı başımızda duran sayısız kadın sorununu gündemine taşıyor. Diğer bir deyişle Kız Koşucu, her şeyden çok kadın olmayı anlatıyor aslında. Hâkim toplumsal cinsiyet rejiminin dışına çıkmaya çalışan kadınların, örneğin yalnız yaşamak isteyen, evlenmeyen, kariyer hayali olan, dolayısıyla toplumca tasvip edilmeyen, tehlikeli veya erkeksi sayılan şeylere ulaşmak isteyen kadınların önüne sıralanan engelleri bir bir hatırlatıyor. Carrie Snyder'ın değindiği erkek çocukların tercih edilmesi/kayırılması, kadınlar ve erkekler arasında “yapılan iş-ücret” eşitsizliği, cinsel özgürlüğün sadece erkeklerin tekelinde olması ve beraberinde getirdiği namus/baskı rejimi, kürtajın tek “doğum kontrol yöntemi” olarak kullanılmasıyla tüm yükün kadınlara (hem kürtaj yapan hem kürtaj olan) bindirilmesi gibi örnekler ne yazık ki son derece zamansız ve mekansız bir gerçekliği gözümüze sokuyor. 

 

Sanki sadece iki seçeneğim var diye düşünüyor Aganetha, "Koşmaya devam etmek veya yere düşüp ölmek."

 

 

Aggie’nin kendisi, Aggie'nin şifacı annesi ya da Miss Gibb gibi toplumsal genel kabullere ya da baskılara direnen güçlü özneler, hayatın geçiciliği karşısında akıntıya kapılmamak için küreklere asılmayı seçmiş gibiler. Sanki sadece iki seçeneğim var diye düşünüyor Aganetha, “Koşmaya devam etmek veya yere düşüp ölmek.” Herkes gibi olmak istemeyen, “modaya uymak” gibi kaygıları olmayan, sıradan toplumsal incelikleri hiçe sayan, farklı olduğunu göstermekten çekinmeyen bir kadın Aggie. Kendisine çocukluğundan itibaren hatırlattığı gibi güçlü, çok güçlü, tanıdığı birçok kişiden daha güçlü olduğu için koşuyu seçiyor. Hep ileri, hep uzağa koşuyor. Çoğu zaman acılardan, sorumluluklardan, suçlardan, geçmişten kaçmak için de yapıyor bunu.

 

Her şey için bir ölüm ilanı

 

Toplumsal cinsiyet eksenini çok güçlü işleyen roman ikinci bir izlek olarak da doğum ve ölüm karşısındaki çaresizliğimizi gözler önüne seriyor. Ne doğumumuz ne de ölümümüz üzerinde en ufak bir söz hakkımız yok. Hele ki, romanın 1920'ler ve 30'lar atmosferi düşünüldüğünde ne “doğum kontrolü” ne de insan ömrünün uzatılması, ölümünün ertelenmesi konularında bugünkü kadar yol alınmış. Roman tek bir ailenin tarihindeki ardı arkası kesilmeyen doğumları ve ölümleri anlatmak üzere mezarlıkta başlıyor. Henüz 20 yaşlarında genç bir kız olmasına rağmen beş kardeşinin ve annesinin ölümüne şahit olmuş Fannie, mezarları başında her birinin doğum ve ölüm hikayelerini anlatıyor üvey kardeşi Aganetha'ya. Sanki çocukluğundan beri alışageldiği şey doğumun ve ölümün karşı konulmazlığı ve bir anlamda kolaylığı olduğu için Aganetha da hayatı boyunca etrafındaki herkesin ölümünü sükunetle izliyor. Hatta gazetecilik kariyerinde yükselmesinin imkansız hale geldiği noktada hayatını ölüm ilanları (obituary) yazarak kazanmaya başlıyor. Böylece romanın başından sonuna görünüp kaybolan tüm karakterlerin ölüm ilanlarını Aganetha'nın kaleminden okuyoruz. 

 

Belki de tek arkadaşı Glad'in öldüğünü öğrendiğinde içinde kocaman bir sızı oluşuyor, koşarak uzaklaşamayacağı, göğsüne oturan, birlikte koşmak zorunda kaldığı bir sızı. “Nasıl olur, ölüm ilanını nasıl görmem, yoksa ben ölünce onun da mı haberi yapılmayacak,” diye içerlerken içindeki sızının ne olduğunu keşfediyor: “Glad ve benim yaptığımız, başardığımız her şey de yok olup gidecek.” En sonunda büyüdüğü ev ve her karışında koşturduğu arazinin de ölüm ilanını yazıyor.

 

“Evlerin ve ahırların ve bahçelerin ve çitlerin, hatta ağaçların bile biz insanlar kadar gelip geçici olduğunu görüyorum. Kaldırım, beton, hatta yapıların temelleri, icatların en muazzam olanları bile sonsuza kadar ayakta kalamıyor. Her baharda toprağın hatlarının yavaşça yer değiştirdiğini, yükselip alçaldığını, her bahar yeni taşların ortaya çıktığını görüyorum. Yabani çiçeklerin her bahar döndüğünü görüyorum.”

 

Döneminin tarihsel olaylarını, Birinci Dünya Savaşı'nı, dünya çapında 100 milyona yakın insanın ölümüne sebep olan İspanyol nezlesini, Büyük Buhran denilen 1929 dünya ekonomik krizini mikro seviyede, kişilere etkileri üzerinden anlatan Carrie Snyder, kurguladığı sahici karakterler ve sarmal şeklinde ilerleyen dantel gibi işlenmiş olay örgüsüyle enfes bir roman yazmış.

 

 


 

* Görsel: Dilem Serbest

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.