Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hükmen mağlup adamlar


Zayıf
Toplam oy: 890
Başar Başarır
Can Yayınları
İçine doğduğu dünyayı iyi tanıyan, onun buhranlarını yakinen hisseden, zamanın ruhunu koklayan, isabetli gözlemlerde bulunan, bu haliyle kazandığı belgesel niteliklerin haricinde okurun edebi beklentilerini de karşılayan bir metin...

Bir yazar için halihazırda içinde yaşadığı çağı anlatmak; insan ilişkilerini, sanatı, siyasi arenayı, gündelik hayatı, aşkı, aileyi kapsayan büyük yozlaşmayı ve içi boşalan her şeyin ortasında gittikçe daha eksik bir mahlukata dönüşen insanı anlamak hiç kolay değil. Çektiğin ağrıyı unutup, mustarip olduğun hastalığı anlamaya çalışmak gibi bir şey bu. Tam şurası ağrıyor demek değil, ondan çok daha fazlası. “Neden iyi değilim?” sorusunu sormak durumunda kaldığın ve cevabını bulmak için gerektiğinde kendi yarana parmak bastığın, bile isteye kendi canını acıttığın bir durum. Kendine hem içeriden hem de dışarıdan bakmak gibi... Bu yüzden güncel eserleri okurken (güncelden kastım son yıllar içerisinde yazılmış olan ve günümüz meseleleriyle haşır neşir olduğuna kani olduğum eserler, özellikle içinde yaşadığımız toplumu kurcalayanlar), her birinin benimle aynı dünyada nefes alan bir yazar tarafından yazıldığını bilmek, bana hep farklı bir okurluk tecrübesi yaşatıyor. Hatta bu tazelik hissinin bazen bana edebi beklentilerimi unutturduğu, beni daha belgesel bir açıdan tatmin ettiği de oluyor. Galiba en çok bugünün hamurundan yoğruldukları için, okura satır arasında gizli bir şahitlik duygusu hissettirdikleri için ve bize, anlatılan olaylardan ve aynı konuda aynı şeyleri düşünüyor olma gerekliliğinden bağımsız bir “ben de oradaydım” hatırlatması yaptıkları için... Başar Başarır’ın, ismine, –yalan söylemeyeceğim– okuduktan sonra da pek ısınamadığım ilk romanı Sibop: Bir Türkçe Romansı, bu eserlerden biri; içine doğduğu dünyayı iyi tanıyan, onun buhranlarını yakinen hisseden, zamanın ruhunu koklayan, isabetli gözlemlerde bulunan, bu haliyle kazandığı belgesel niteliklerin haricinde okurun edebi beklentilerini de karşılayan, seçtiği ana karakter itibarıyla coğrafyasının insanıyla da tanış olduğunu belli eden, sosyal medyasıyla üçüncü köprüsüyle güncel olandan beslenen, ama kendini en çok, zengin kelime dağarcığı ve lezzetli argosuyla sevdiren bir metin.



Sibop’un ana hikayesi, kentsel dönüşümün pençelerinde can çekişen günümüz İstanbul’unda geçiyor; bu haliyle, dönüşen kentlerin ve aslında bununla birlikte sosyal yapının tanıdık dertlerini kendine malzeme yapıyor. Kitapta bir de buna paralel ilerleyen ve 1970’lerde geçen ikinci bir hikaye anlatılıyor. Bu ikisi kol kola, olayların dününü ve bugününü aktarırken, biz de okur olarak zaman çizgisinde kronolojik değil, bir ileri bir geri yol alıyor, ara ara geçmişe dönüp olan bitene dair veriler topluyoruz.



Hikayenin merkezinde yıkılıp yerine AVM yapılması riskiyle karşı karşıya kalan bir tiyatro binası var. Bu binanın kaderini belirleyecek ilişkiler ağı içinde alevlenen bir miras davası söz konusu. Manzara kalabalık: Bir yanda işin içine tez zamanda dahil olan mafyavari müteahhit ve onun kimsenin gözünün yaşına bakmayan adamları, bir yanda bir zamanların meşhur ancak artık yaldızı dökülmüş tiyatrocuları, bir yanda da, tam bu kördüğümün ortasında, oraya nasıl geldiğinden bihaber, ipsiz sapsız Orhan ile onun deliler gibi âşık olduğu masum güzel Aslı durur.


“Türkçeyi anam babam gibi severim”

 

Kahramanımız Orhan’ın lakabı “Sibop”tur. Orhan bu lakabı kişilik özellikleri vesilesiyle kazanmıştır. Bu yüzden aslında bir kahramandan çok bir anti-kahramandır. Gündelik hayatın içinde etrafınıza şöyle bir baktığınızda ya da televizyonu açtığınızda sıklıkla karşılaştığınız kaybeden erkeklerdendir o: Hukuk okumuş ama avukat çıkamamış, adalet sisteminin kirinden pasından tez elden midesi bulanmış, yine de aslında sisteme de öyle keskin bir muhalefeti olmayan, bir sürü kedi ve bilgisayar başından kalkmayan ablasıyla Cihangir’de bir evde yaşayan, başkalarının tezlerini ve bitirme ödevlerini yaparak geçinen, aslında işsiz, bir baltaya sap olamamış, hayatta pek bir duruşu da olmayan, biraz da kaypak biridir. Sıradan bir erkektir, gelişine vurur, öyle hakkında uzun uzun konuşulacak biri de değildir aslen. Başar Başarır, Edebiyat Haber’den Can Öktemer’in sorularını yanıtlarken, “hayatı daha çok kafasının içinde yaşayan, sıkışmış bir kişi” olarak betimliyor yarattığı başkahramanı, “biraz hayal prensi” diyor onun için. “Benim tanıdığım Orhan harbi olmaya özenen, ama çevresi tarafından mütemadiyen eziklenen, bunun da bilincinde olan bir aylak. Kafası iyi ile kötü arasında gidip geliyor. Fazla bir çıkıntısı yok, araziye uymuş. Ahlaki açıdan da şüpheli bir duruşu var. Adamımız gerektiği kadar dürüst ama öte yandan fırsat buldukça topa girip hayattan nemalanmaya çalışan bir uyanık. Kendini öyle görmek istiyor daha çok,” diyor ve ekliyor: “Bütün bu kimyayı her zamanki gibi dünyanın en büyük tılsımı bozuyor: aşk.” Kader ağlarını örüyor ve Orhan kendini hiç beklemediği bir anda hem aşkın hem de bu vesileyle tehlikeli bir maceranın ortasında buluyor. Macera, ülkenin illegale meyilli zorbalarıyla dallanıp budaklanırken, romanı taşıyan en önemli ayaklardan biri de –ki galiba en önemlisi– Orhan’ın bu romantik piyango konusunda kendiyle bitmeyen hesaplaşması ve yer yer zihinsel bir gevezeliğe dönüşen iç konuşmaları oluyor: Orhan, Aslı gibi bir kızın kendisi gibi bir adamla neden ilgilendiğini –hatta evlendiğini– bir türlü anlayamıyor. O kendini “gömdükçe,” Aslı, Orhan’ın gözünde günden güne “kaçırılmaması gereken” bir kadın olarak yüceltiliyor; ki yine de belli başlı kadınsal özelliklerinin dışında pek de detaylandırılmayan bir karakter olmaktan kurtulamıyor. Romanın bu bağlamda odağı Orhan ve onun karakterine ayna tutan aşkından başkası değil. Aşkının nesnesi ise ekseriyetle teferruat kalıyor.



Kitabın elindeki en güçlü kartın dili ve üslubu olduğunu söylemek lazım. Sibop, bir metin olarak üzerinde uzun saatler harcandığını, dantel gibi işlendiğini her haliyle belli ediyor, Başarır ilk romanını Türkçenin tadına vara vara, argo hazinesinden en nadide parçaları bula bula yazmış, sırf bu yüzden okura da tadına vara vara sürükleyici bir okuma vaat ediyor. Bir okur olarak Orhan’ın bilinç akışlarına mecra olan bu sokak ağzını üç yüz sayfayı aşan uzunca bir romanda yer yer yorucu ve monoton bulsam da, nadiren de olsa eril dilin maksadını aştığını hissetsem de, romanın bütünselliği açısından seçilen dil ve üslup kesinlikle yazarın planladığı şekilde işliyor ve yaratılmak istenen atmosfere ve hikayenin doğal akışına hizmet ediyor. “Türkçeyi anam babam gibi severim,” diyen Başarır, anadili konusundaki tutkusunu öykülerinden sonra romanında da ortaya koyuyor. Sibop yazarıyla tatlı tatlı muhabbet eder gibi okunan, muzip bir zamane romanı...

 

 


 

 

 

Görsel: Dilem Serbest

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.