Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İçimizdeki iblis: Kibir



Toplam oy: 997
Iris Murdoch // Çev. Nuray Önoğlu
Ayrıntı Yayınları
Iris Murdoch, şefkat kılığındaki şiddeti, alçakgönüllük kılığındaki kibri, sevgi kılığındaki hoyratlığı deşifre ediyor bu romanında. Üstelik bunu gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırarak değil de, dikkatimizi örtünün kendisine çekerek yapıyor.

Ingeborg Bachmann, “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar,” sözünü 1973’te söylemişti. Üzerinden beş yıl geçtikten sonra Iris Murdoch’un Deniz Deniz romanı yayımlandı. Türkçeye yakın bir zaman önce çevrilen roman, faşizmin, birinin öteki üzerinde kurduğu tahakkümün nasıl da “iyi niyetli” bir görünüme bürünebileceğini gösteriyor. Böylece biri İngilizce, diğeri Almanca yazan dünya edebiyatının iki büyük romancısı aynı meselede buluşmuş oluyor.


İki insan arasında gerçekleşen faşizmi görmek için kadın-erkek ilişkisine bakmamız yeterli. Sırtını ataerkil düzene yaslayan erkeğin kadına yönelik şiddeti bazen açık, bazen de kapalı şekillerde çıkıyor karşımıza. Karısına, sevgilisine dayak atan, hatta onları öldüren erkeklerle ilgili haberlere gazetelerde rastlıyoruz. Ama şiddetin “haber yapılmayan” bir türü daha var.


Ötekinin ruhunu azar azar tüketen bu örtük şiddeti bize kim gösterecek? Ingeborg Bachmann, edebiyatın üstüne düşen böylesi bir sorumluluğa dikkat çekmek istedi belki de. Murdoch, Deniz Deniz isimli romanında, iyilik ve yardımseverlik kisvesi altında birbirimize uyguladığımız şiddeti anlatarak bu sorumluluğu yerine getiriyor. Öte yandan hikayenin ana kahramanları bir kadın ve erkek olsa da, romanda tanık olduğumuz faşizm bizi bütün ilişkilerdeki faşizme götürüyor. Bu eksende okuru değişme/değiştirme, dönüşme/dönüştürme kavramları üzerine de düşündürüyor. Romana önsöz yazan John Burside haklı. “Böyle bir eserde tek bir izleği çekip çıkarmaya olanak yok.”

Yaşarken yazılan bir roman

 

Ünlü bir tiyatro oyuncusu olan Charles Arrowby, parçası olduğu gösteri dünyasından bunalıp mesleğini bırakıyor ve deniz kıyısında bir ev satın alarak inzivaya çekiliyor. Elimizdeki kitap da Charles’in burada tuttuğu günlük. Yalnız biraz tuhaf bir günlük bu. Daha çok bir romanın anlatım biçimiyle karşı karşıyayız. Zaten Charles da bu yazılanların bir romana dönüşüp dönüşmeyeceğini merak ediyor, anlattıklarının bir gün yayımlanacağı düşüncesi yer yer kendini hissettiriyor. (Bu bile Charles’ın inzivasının ne kadar gerçek bir inziva olduğunu sorgulamamız için yeterli bir sebep.) Sonuç olarak kitapta “günlük” diye geçse de, bunun “yaşarken yazılan bir roman” olduğunu söyleyebiliriz.


Romanın başlarında Charles Arrowby’nin hayatına girmiş kadınlarla ilgili değerlendirmelerini okuyoruz. Oldukça benmerkezci, egosantrik, kibirli bir erkekle karşı karşıyayız. Bu bölümler okuru esas hikayeye hazırladığı için önemli. Charles Arrowby’in ilk aşkı Hartley’le karşılaştıktan sonra giderek kontrolden çıkacak olan davranışlarına ikna olmamız için, onun kadınlarla ilişkilerinde zaten nasıl biri olduğunu bilmemiz gerek.


Hartley, Charles’ın ilkgençlik aşkı. Evlenmeyi umarken, ansızın onu terk etmiş. Charles, yıllarca peşine düşüp aradığı ilk aşkıyla, hiç beklenmedik bir anda, tam da inzivaya çekilecekken karşılaşıyor. Bu karşılaşma onun ruhundaki eski yarayı yeniden kanatıyor. Bu andan sonra Charles, gerçekliğine sadece kendisinin inandığı bir evren kuruyor. Hartley’le yeniden bir araya geleceklerine inanıyor. Bundan sonrasında ise bu inancını gerçekleştirmeye vakfediyor kendini. Hartley’in bunu isteyip istemediğini sorgulamıyor bile. Onun mutsuz bir evliliği olduğuna karar veriyor. Hartley’in kendisini sevdiğinden, onunla kaçmak ve yeni bir hayat kurmak istediğinden hiç şüphe duymuyor. Charles bütün konuşmalarda hayatını değiştirmek istemediğini anlatmaya çalışan Hartley’in ağzından lafı alıyor, yerine kendi cümlelerini koyuyor. Büyük bir şefkatle, iyilik ve sevecenlikle…

Hartley nasıl kurtulur? Ya da kurtulmalı mı?

 

Charles’ın kendi kendini yarattığı bu illüzyon, sadece onu ve Hartley’i değil, etraflarındaki herkesi bir anaforun içine sürüklüyor. Charles’ın zihninden okuduğumuz şu ve benzeri satırlar defalarca tekrarlanıyor: “Artık benimsin ve bundan böyle sana bakıp seni koruyacağım”; “Ona yaşama arzusunu öğretmek benim görevim ve ayrıcalığımdı; daha yapacaktım bunu. Onu yeniden ben, yalnızca ben canlandırabilirdim.”


Ötekini “kurtarmaya” kalkışmanın, bunu yaparken de ötekinin iradesini hiçe saymanın şiddeti roman boyunca okuru takip ediyor. Kendini “kurtarıcı” konumuna yerleştiren Charles, bulunduğu yerin daha iyi, daha doğru, daha güzel olduğuna inanıyor. Romanı okurken, aklıma beyaz atlı prens masalları geliyor sık sık. Erkeğin kendisine biçtiği kurtarıcı misyonunu inşa eden masallar Murdoch’un kaleminden tersine çevriliyor. Beyaz atlı prens atından düşüyor.


Aslında bu kurtaran-kurtarılan ikiliğine her türlü toplumsal ilişkiyi yerleştirebiliriz. Kitleleri ya da bireyleri “özgürleştirme” iddiasında olan her kimse artık -ister sevgili, eş, dost; isterse politikacı, sanatçı, yazar- hep aynı yanlışa düşülüyor. Ötekini kurtarmak ya da dönüştürmek çabasına giren kişi, kendi dönüşümünü (inzivasını) bir kenara bırakıp, karşısındakinin zihnini kurcalıyor. Kurcalamaktaki maksat anlamak değil üstelik, bir tür duygu/fikir nakli yapmak. Kendi zihnindekini ötekinin zihnine boca etmek.


Charles’ın sık sık bütün çabasının Hartley’in kendi özgürlüğünü “yeniden kazanması” olduğunu vurgulaması da böyle bir yere oturuyor. “Onun özgürce karar verebilecek durumda olmasını istiyorum. (…) Ona aslında yapmak istediği şeyi yapsın diye yardım ediyorum ama yardım almadan yapamaz.”


Charles’ın sesi kulaklarımda, hayatın her alanında karşımıza çıkan otoritelerin sesi olarak yankılanıyor. Hartley de cümlelerini tamamlayabildiği nadir anlardan birinde şöyle diyor ona: “Bir turist gibi beni ziyaret ediyorsun, hayatımı ziyaret ediyor ve kendini üstün hissediyorsun.” Hartley kendi meşrebince söylüyor sözünü, benim içinse Charles, bir turistten çok bir işgalci.


İnziva; heves mi, yüzleşme mi?

 

Charles “ötekini” anlamamakta direniyor. Peki, kendini anlayabiliyor mu? Yazının başında onun inzivaya çekildiğinden söz etmiştim. Ancak Charles’ın yaptığı bir içe kapanma değil. Daha çok kendi alanını, ötekinin alanına doğru pervasızca genişletmek. Zaten Charles’ın inzivanın felsefi derinliğini kavramaktan uzak olduğunu daha ilk sayfalarda anlıyoruz. O, hayatında aksayan her şeyden her zaman dışarıyı sorumlu tutuyor.


Kitaba önsöz yazan John Burnside’ın da dediği gibi, inziva “geçici”dir. Daha ileri sıçramak için geri çekilmektir. İçeri kapanırsın ve bunu yapman için deniz kenarında bir ev alman gerekmez. Sokakta, insanların arasındayken bile inziva halinde olmak mümkündür. Tıpkı romanda Charles’ın kuzeni James’in yaptığı gibi. James, gerçek dönüşümün ve inzivanın ne demek olduğuyla ilgili ipuçları bırakıp giden bir karakter. Bu açıdan kurgunun merkezinde gibi görünmese de dikkati hak ediyor.


Iris Murdoch, şefkat kılığındaki şiddeti, alçakgönüllük kılığındaki kibri, sevgi kılığındaki hoyratlığı deşifre ediyor bu romanında. Üstelik bunu gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırarak değil de, dikkatimizi örtünün kendisine çekerek yapıyor. İnsanın içindeki iblisleri sonsuza dek saklı tutamayacağını hatırlatıyor sanki. Charles’ın attan düştükten sonra gerçek bir dönüşüm yaşayıp yaşamayacağı ise, yanıtı olmayan bir soru olarak kalıyor geride.

 

 


 

Görsel: Ömer Faruk Yaman

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.