Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İki kişilik toplumlarda önemli sorunlar



Toplam oy: 947
Aharon Appelfeld // Çeviren: Aslı Biçen
Metis Yayınları
Ruhun Kuytusunda, toplumu (ama aynı zamanda da toplumsal hafızayı) terk etmenin bedeli hakkında bir yandan sade, öte yandan gizemli bir masal.

Çekirdek ailenin kural olduğu modern toplumsal yapılar içinde bir yaşam biçimi olarak yalnızlık, çokça sorun edilmiştir. Aile evinde kapınızı kilitlemeniz arıza yaratır, kendi evinize çıksanız çok kısa zamanda ya bir kedi, ya bir sevgili eve çörekleniverir. Etrafın, “Evlenin artık,” ısrarları dayanılmaz hale gelince, “Oh çok şükür,” bir yuva daha kurulur! Şöyle, azıcık etrafımıza bakalım, kendi evine çıkan ve olası davetsiz misafirlere direnip bir hanenin tek maliki olarak hayatına devam edebilen örnek o kadar az ki! Aylak Adam hayalimiz hem baki, hem ütopya...

 

İnsan varoluşuna dair anlayışımız, halk arasındaki basmakalıp tabirle, “Yalnızlık Allah'a mahsus” fikrinden çok da uzak değil. Yaşadığımız şehir, mahallemiz, apartmanımız, telefon rehberimiz hıncahınç insan doluyken bile, şahsi meskenimizde yalnız kalma arzumuz makul karşılanmaz. Toplumla tüm bağını koparmak raddesine ulaşan tecrit durumunun, anlaşılır sebeplerle bir çeşit meczupluk olarak görülmesi şaşırtıcı değildir. İnziva diye bir kavram vardır kelime dağarcığımızda, ama münzevilere pek itibar etmeyiz.

 

Ruhun Kuytusunda, akıl almaz bir tecrit ortamının sınadığı bir kadın ve bir erkek hakkında. Batı Ukrayna’da bir yerlerde, kasvetli bir dağın tepesinde, atalarının nesiller öncesinde verdikleri sözü tutmak için Şehitler Mezarlığı’na bekçilik etmek durumunda kalan Gad ile Amalia’nın hikayesi. İkisine de kolayca ısınıyor insan. Gad, ismiyle ilk anda Yerdeniz’in asi delikanlısı ve meşhur büyücüsü Ged’i hatırlatıveriyor ve temelsiz sempatimizi kazanıyor. Amalia’nın annesini utandıran ve sinirlendiren bilmiş kız çocuğu, edebi kitabi konuşmaları da sanki Salinger’ın Esme’si; sevmemek mümkün değil. Roman aynı zamanda da hayatları felaketlerle, salgınlarla, katliamlarla örülmüş bir halkın hikayesini anlatıyor. Bizim iki kardeş cemaat, gelenek, aile, toplum olmaksızın ayakta kalmakta, birey olmakta, iki kişilik toplumlarını yürütmekte zorlanıyorlar. Appelfeld’in romanı, toplumu (ama aynı zamanda da toplumsal hafızayı) terk etmenin bedeli hakkında bir yandan sade, öte yandan gizemli bir masal.

 

İşlerini görev aşkıyla yapmaya çabalamalarına rağmen, kuş uçmaz kervan geçmez, kar fırtınalarının hüküm sürdüğü dağ başında, buz gibi sonbahar ve kış boyunca, cemaatten tamamıyla kopuk bir tecrit hayatı yaşamak iki kardeşi de dini ve ahlaki kuralların ve geleneklerin uzağına savurur. Gad çok istese ve bunu dert edinse de dua edememeye başlar. Amalia’nın sesi soluğu kesilir, gitgide konuşmayı enikonu bırakır. Sık sık ufak tefek şeyler yüzünden kavga ederler. Birbirlerine yeri geldiğinde, “Dinimiz böyle buyurur,” ya da “Köyümüzde böyle yapılırdı,” diye nutuk atsalar da ikisinin de şimdiye kadar doğru bildiklerine dair ciddi kuşkuları vardır. Yeni doğruları kabullenmekte zorlandıkları ölçüde anlamsız korkulara kapılırlar, kabuslar görürler, büyük bir huzursuzluk duygusu içinde yaşarlar. Her geçen gün daha fazla içki içip, daha az çalışıp, daha az ibadet ederler.

 

Kuralları hiçe saymanın ya da tabu devirmenin en son raddesi kışın en dayanılmaz gecelerinden birinde cinsellik olarak tezahür eder. Suçluluk hissetseler de, adamakıllı sarhoş olup yatağa girdikleri anlar, hayatlarındaki yegane mutluluğa dönüşür. Amalia’yı uykucu yapan depresyon buharlaşıverir, genç kadın çalışkan bir arı gibi erkenden kalkıp evin işlerine koşar. Tam tersine mezarlar zarar görecek endişesiyle gözüne uyku girmeyen Gad, mışıl mışıl uyumaya başlar. İlginç olan, okuyucu da birkaç sayfa için de olsa, romanın boğucu atmosferinden uzaklaşıp rahat bir nefes alır. Sanki herkesin beklediği şey nihayet olmuştur! 

 

Issız ada kanunu


 

Romanın sırtımıza yüklediği büyük soru katiyen mazur görmediğimiz, genelgeçer değerler sistemimizde kolaylıkla sapkınlık diye kategorize ettiğimiz bir davranışı gerek failler, gerek gözlemciler olarak nasıl ve neden normalleştiriyoruz? İki olası açıklamadan hangisine yaklaştığımız önemli. İnsanın bedensel dürtüleri çok güçlü olduğu için, belli şartlar altında aynı yamyamlık gibi, ensesti de hayatta kalma içgüdüsü çerçevesinde mazur mu görüyoruz? Ya da, riayet ettiğimiz belli başlı kurallar toplum baskısı ortadan kalkınca geçerliliğini yitiriyor mu? İlk açıklama belli bir ıssız ada kanununu vurguluyor. Mahrumiyet koşulları geçerli olduğunda daha önce aklımızdan bile geçirmediğimiz şeyleri, sırf mecburiyetten yapmak zorunda kalabiliriz. İkinci teoriye göre, hepimiz yalnız kalınca burnumuzu karıştırıyoruz. Dolayısıyla, yasak diye bildiğimiz neredeyse her şey, bireysel sorgulama ve şahsi kanaatten uzak olarak, toplumsal yapılar tarafından empoze edildiğinden, bu yapıların yokluğunda "özgür irade" bireyleri bir serbest düşüşe, vertigoya sürükleyebilir.

 

Appelfeld bu noktada varoluştan çok toplumsallığa atıfta bulunuyor. Cemaatlerinin ritüelleri devam edebilsin diye, cemaat hayatından vazgeçen kardeşler için tecrit, nefes alamadıkları bir cendereye dönüşüyor. Benliklerini cemaat içinde kurdukları için yalnız kaldıklarında günden geceye ne yapacaklarını bilemeyen, varoluşlarına bir anlam yükleyemeyen mahpuslara dönüşüyorlar. Kural diye, inanç diye ezberledikleri her şeyi birer birer yitiriyorlar. Öte yandan, yaptıkları ve yapmadıkları yüzünden, ikisi de çok güçlü bir vicdan azabının altında eziliyor. Bedenlerinde iyileşmeyen yaralar açıyorlar. Din adamı olmaksızın manastır hayatı yaşamaya soyunmuşken, nihilist bir yıkıcılığa, hatta özyıkıma savruluyorlar.

 

Cemaat hayatının dış tehlikelere karşı koruyucu, kollayıcı, destekleyici yönlerinin altı çizilir. Richard Sennett, Yabancı’da, Venedik Yahudi gettosunun kurulmasının basit bir dışlama ya da dayatma mekanizması olmayıp Yahudi cemaatinin çıkarlarıyla da örtüştüğünü ve belli bir rıza çerçevesinde kurulduğunu vurgular. Öte yandan, getto cemaati ancak bir bütün olarak ve yeri ile sınırları belli bir mekansal boyutta güçlendirir. Bu formül içerisinde güç birlikten ve yan yana olmaklıktan gelir. Dolayısıyla, birey olarak, yalnız kaldığınızda, gettonun dışına çıktığınızda hâlâ acizsinizdir. Kısaca, sürüden ayrılırsanız kurt kapar.

 

 


 

* Görsel: Can Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.