Romanda modernist çıkışın bir tür “poke,” dürtme eylemi olduğu söylenebilir. O ana kadar okur rahat koltuğunda içeceğini yudumlarken -çok da çaba sarf etmeden- yazarın onun için gözlemlediği ve aktardığı her şeyi, yine yazarın belirlediği bir biçimsel formatta (bir varmış bir yokmuş formatından nitel olarak pek de farklı olmayan) keyifle okur. Eğer biraz çaba sarf etmesi gerekirse, bu, olay akışının hangi yöne doğru ilerleyeceğine veya katilin kim olduğuna yönelik tahminlerden daha fazlasını gerektirmez.
Modernist romancı bu okuma deneyimini kökten bir şekilde değiştirir. Okuru, Facebook'ta birlikte oyun oynama çağırısı yapar gibi dürter: “Yok öyle tembel tembel trenin penceresinden akıp giden manzarayı izler gibi okumak, sen de katıl bu sürece, biraz kafa patlat, çözmeye çalış!” Bu aynı zamanda yazarın anlattığı gerçeklik ile okur arasındaki mesafeyi daraltma, okurun bilinci ile öznenin bilincini mümkün olduğunca dolayımsız karşılaştırma girişimidir. Arada bir yazar yoktur da doğrudan roman kişileri ile yüz yüzeyizdir. Bir başkasının fenomenolojik deneyimine tanıklık etmek gibidir süreç.
Böylece modernist roman, sadece roman evreninde değil, okur kitlesinde de yeni bir sınıf yaratır. Roman okumak salt hoşça vakit geçirmenin ötesinde, düşünsel bir etkinlik haline gelmeye başlar. Ancak okur kitlesinin büyük çoğunluğu için (elbette romancıların çoğunluğu için de) roman hâlâ kolayca okunan, sindirilen, yazarın okur için her ayrıntıyı türlü süsler ve sözcük oyunlarıyla bezeyerek aktardığı bir tür olarak algılandığından, bu tür romanlar anlaşılmaz, tatsız, okunmaz, kötü metinler olarak etiketlenir. Okurun da kendi içinde bir evrim ve eğitim sürecinden geçerek bu metinlerle buluşabilir düzeye çıkması gerekir; aksi takdirde buluşma, ilk birkaç sayfa içerisinde yoğun mutsuzlukla sonuçlanır.
İngiliz edebiyatının, metinleri ile ayrıksı ama pratiği ile düzenin merkezinde de yer almaktan imtina etmeyen, önemli isimlerinden Will Self'in Şemsiye'si biçimsel tercihleriyle de okuma sürecinin zorluklarını bir kat daha artırıyor. Öncelikle metinde bölümler bulunmuyor, zaman düzeni yok; bir cümle içinde bir zamandan başka bir zamana, bir bilinçten başka bir bilince, düşünceden kabusa, hayale geçilebiliyor. Metin farklı zamanların ve bilinçlerin dikiş yerleriyle örülüyor. Bu durumda hemen bir kağıt kalem edinip “kim kimdir”i not alarak okumaya devam etmek gerekiyor, çok güçlü bir hafızaya sahip değilseniz başka türlü ilerlemeniz mümkün olmayabilir.
Roman 20. yüzyılda üç değişik zamanda geçiyor: 1. Dünya Savaşı yılları, 1970'lerin başı ve bugün. Emekli psikiyatrist Zack Busner (Will Self'in alter ego'su gibi başka romanlarında da mevcut kahramanımız), Londra'daki Alexandra Palace'da bulunan devasa Friern Hastanesi’ndeki günlerini anımsamaktadır. Hastalardan birisi 1918 yılında encephalitis lethargica teşhisiyle hastaneye yatırılmış ve o günden beridir de hastanede olan yaşlı bir kadın, Audrey Death'tir. Yarı katatonik durumda, düzgün konuşamayan, tikleri olan bir hasta, doktorun deyişiyle “uyuyan güzel”dir. Doktorun anımsama süreci ile paralel ve iç içe geçmiş olarak, Audrey'in çocukluğundan hastalandığı döneme kadar olan anıları devreye girer; bu romanın ikinci ana izleğidir. Audrey'in savaşa katılacak olan hassas kardeşi Stanley ile devlet bürokrasisinde yükselecek olan ağabeyi Albert'in maceraları da bu izleğin bir parçasıdır. Son olarak da doktorun deneyimlediği haliyle bugünün (2010) Londra'sında, hastaneden lüks bir konut kompleksine çevrilmiş bulunan Friern'e doğru çıktığı bir yolculuk bu “puzzle”ın içine eklenir.
Doktor, Audrey'in ve benzer durumdaki diğer hastaların koşullarını sorgular, hastane yönetiminin tüm ilgisizliğine rağmen onları ayrı bir koğuşa toplayarak L-DOPA denen ilaçla tedavi denemesine girişir. (Bu noktada Will Self'in esin kaynağının Oliver Sacks'ın gerçek yaşam deneyiminden kitaplaştırdığı Uyanışlar olduğunu belirtelim. Ayrıca kendi aile tarihiyle de önemli benzerlikler bulunuyor.) Bu tedavi süreci önce başarılı olacaktır. Ama Busner'in hayatı doktorluktan ibaret değildir, işinin özel yaşamını da kaplamasından şikayetçi bir karısı ve iki çocuğu ilgi ve alaka beklemektedirler... Buraya kadar yaptığımız kısa özet ise, sizi aldatmasın, romanda bu tür düz bir anlatı bulamayacaksınız.
Şemsiye şeklinde bir boşluk
Will Self, Ulysses ile kıyaslanan bu romanı ile 2012 Man Booker’da kısa listeye kalır. Ancak jüri tercihini “okunabilirlik” yönünde kullanır. Yani bir anlamda okur çoğunluğunun beklentileri ödülün sonucunu belirler. Roman Joyce'tan bir alıntı ile başlar: “İnsan kardeşini şemsiye kadar kolay unutur.” Metinde ara ara değişik biçimlerde rastlayacağımız şemsiyeyle (bir iğnenin kod adı, Ay’a inen aracın bir aksamına benzetiş vs) sahiplik ilişkisi kurulamaz. Bir şekilde ele geçer, kısa süreliğine işe yarar, sonra insana yük ve ıstırap olup nihayetinde de kaybolur. İnsan kayboluşunu da hatırlamadığı için geriye şemsiye şeklinde bir boşluk kalır.
Şemsiye toplumun ve tıbbın akıl hastalarını nasıl gördüğüne dair acı bir anlatı. Ayrıca İngiliz toplumundaki sınıf yapısı, geçen yüzyılda o toplumun dönüşümü, savaşın korkunçluğu, teknoloji ve oynadığı rol üzerine epik bir destan. Metinde İngiliz özelliklerine çok fazla gönderme olduğu, yoğun argo kullanıldığı anlaşılıyor. Tüm bunlar Will Self'in seçtiği anlatı biçimiyle birleştiğinde metnin okunmasını İngilizcede bile çok güç hale getiriyordur. Çevirmen Sıla Okur bazı noktalarda Can Yücel yaklaşımı benimsemiş; bazı detayları birebir çevirmektense Türkçe karşılıklar bulmuş, hiç sırıtmıyor. Yerinde ve doğru seçimlerle, zor bir kitabı neredeyse Türkçe yazılmış gibi çevirmiş. Kutlamak gerekiyor.
Bu kitabı okumak isteyenlere, bir başka akıl hastanesi romanı yazarı Ken Kesey'in bir sözünü anımsatalım: “İyi yazın, her zaman kolay okunan olmayabilir.” Metinle güreşmekten, anlatının sırrını bileğinizin ve beyninizin gücüyle söke söke çözmekten keyif alanlardansanız size meydan okuyan bir metin var karşınızda. “Yok kardeşim ben uğraşamam öyle işlerle, yazar anlatsın masal gibi, ben de huşu içinde okuyayım,” diyorsanız, aman diyeyim, yanına yaklaşmayınız.
* Görsel: Berke Doğanoğlu
Buna hakkım var mı, bilmiyorum, ama; yine de iade etmek istedim bu eleştirinin bende bıraktığı izlenimi; zorlama bir kurgu, ille de bilgiyle süslenmiş, ama doğru olmayan bir içerik ve en önemlisi de, kimliksiz, kökensiz, kısaca yapay bir dil. Çoğunun yaptığı gibi, eski yeni yeğlemelere kuban gitmiş, gecekondu bir üslup. Çok mu ağır oldu acaba dediklerim; sanmam; dönüp okuduğumda yazdıklarımı, hafif kaldığı ortada.
Yeni yorum gönder