Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kafkaesk bir polisiye



Toplam oy: 1178
Jedediah Berry
Siren Yayınları

Amerikalı yazar Jedediah Berry’nin 2009 tarihli ilk ve tek romanı Hafiyenin El Kitabı geçtiğimiz günlerde Siren Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi. Bay Berry de söz konusu eseriyle Hammett Amerikan polisiye yazını ve Crawford fantazi yazını ödüllerinin sahibi oldu.  

 

 

Hafiyenin El Kitabı, cephesindeki 1930’ların Amerika’sına ait retrospektif figürlerlerin, klasik teampunk payandalarla işlenerek, kafkaesk bir biçimde lambrilendiği, fantastik bir polisiye. Berry’nin romanı türler, janrlar arasındaki yapısalcı duvarların aşıldığı, Kafka, Borges ve Calvino’ya kadar uzanan bir yelpaze içinde yazın sanatının tezahür ettiği bir metin.

 

 

 

 

Hikayemizin kahramanı olan Charles Unwin maalesef (!) fötr şapkasının altındaki yakışıklı yüzü, İspanyol bıyığının altındaki karizmatik bakışları ve kıvrak zekasıyla bir yandan slim sigaralı kadınlar peşinden koşarken, öte yandan gangsterlere dünyayı dar eden, Amerikan Noir’inin Weberyen bağlamdaki ideal dedektifi değil. Sizin benim gibi günlük hayatı tüm banal vardiyalarıyla yaşayan, çalar saatinin gözlerinde derin çukurlar açtığı, her sabah aynı yulaf lapasına kaşık atan, her akşam aynı yoldan evine dönen bir sade vatandaş.

 

 

 

Hem yüksekliği, hem de ketum mimarisi gereği maddi ve manevi bağlamda şehrin ortasında bir “Panopticon” misali yükselen devasa bir dedektiflik bürosu olan, “Teşkilat” adına çalışan nizamlı bir katip. Bu her daim yağmurlu, Noir elementlerin iliklerine işlediği tünsel şehirdeki en büyük dostu, yanından eksik etmediği şemsiyesi olan kahramanımızın (Edward Gorey’nin şemsiyelerine selam olsun) katipliğini yaptığı ünlü dedektif Sivart, günün birinde aniden ortadan kaybolur. Böylece, Sivart’ın sırra kadem basmasını müteakiben teşkilatta benzeri görülmemiş bir terfi alan katibimiz, kesinlikle bürokratik bir hata sonucu gerçekleştiğine inandığı terfisini geri aldırmak ve eski işine kavuşmak adına panik içinde Sivart’ı bulmaya çabalarken, kendini rüyalar ile gerçekliğin iç içe geçtiği bir suç planının içerisinde bulur.

 

 

 

Romanda zaman ve mekana dair hiçbir bilgi verilmemiş olmasına rağmen, Hafiyenin El Kitabı; trafiği, uzun binaları, yüksek nüfusu, tren-metro istasyonları, limanları, panayırları ve retrospektif öğeleriyle okuyucuya 20. yüzyılın ilk yarısında sahil şeridindeki bir Amerikan şehrini, özellikle de New York’u anımsatıyor. Opak, obsidiyen ve hissiz bürokrasiden meydana gelen bir teşkilatta otomat rolündeki kahramanımız ile manzaranın, karşılaştığı kişilerin, soluduğu havanın farkında ve tadında olmayan insanlardan iştirak eden bir şehirle sentezleniyor.

 

Hal böyle olunca, boğucu bir bürokrasi, mekanik modernite ve özeği olmayan bir gizemle çoğu zaman Kafka’nın Dava'sını anımsatan sahnelerle yüz yüze geliyoruz: Düzinelerce astkatip iş başındaydı; çekmeceleri açıyor, indeks kartlarına notlar düşüyor, inip çıktıkları merdivenleri iterek yeni yerlere tırmanıyorlardı. Dosya çekmeceleriyle tam ortada duran bir kabin arasında gidip geliyorlardı. Sarı pantolon askılı ulaklar, dosya dolabı gibi görünecek şekilde kaplanmış, kimisi yerden epey yüksek kapılarda belirip kayboluyordu. Ulaklar bu yüksekteki kapılara ulaşmak için bir merdivene tırmanıyor, kapıları çantalarından çıkardıkları ve çekince uzayan bir çubukla açıyor, içeri dalıyorlardı (s.186).

 

 

 

Hazırda bürokrasi ve modernitenin insan hayatına sirayet eden tesirlerinden sözü açmışken, yazarın Unwin karakteri üzerinden post-modernizme yaptığı göndermeleri dikkate almakta yarar var. Özellikle Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi'ne aşina olan okuyucu bir yazın tekniği olarak 'kitap içerisinde kitap'ı hatırlayacaktır. Bu bağlamda kahramanımız, esrarengiz olaylar silsilesi akabinde kendini bulduğu dedektiflik vaziyetini kazasız belasız atlatabilmek maksadıyla metin içerisinde bir başka metni, yani Hafiyenin El Kitabı'nı takip etmek durumunda kalıyor. Tam bu noktada yazar Unwin gibi sahiden içine kapalı ve bir rutinin içinde hapsolmuş, kurallara saplantılı bir bireyi düşler ile gerçekliğin, imge ile hakikatin iç içe geçtiği bir kaosun tam ortasında bırakıyor. Böylece okuyucunun karşısına Borgesvari, sürrealist bir estetiğe işlenmiş realist bir mesaj veriyor: Aslında işi kitabına uygun yapmamak, işi kitabına uygun yapmanın ta kendisidir.

 

 

Böylece yazar Unwin üzerinden modern insanın katastrofisini, yani gerçekliğin kural, bürokrasi, prosedür ve rehberler tanımadığını, insanoğlunun başarısının adaptasyon ve değişim içeren bir paradoksa eklemli olduğunu ifade ediyor.

 

 

 

 

Eser üzerinde çokça göze çarpan etkilerden bir başkası ise Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarında'sına ait. Hofmann’ın panayırı – çay partisi, saatlerin hikayede oynadığı rol – beyaz tavşan ve “çözümler arşivi” – "tavşan deliği” benzerlikleri göze çarpıyor. Özellikle Alis’teki sürekli saatini kontrol eden beyaz tavşanın zamanla ilgili takıntısını Unwin’de de yoğunca gözlemlemek mümkün: Kafasını kaldırmak canını yaktığından bileğini yüzüne yaklaştırarak saatine baktı. Altı otuz iki… Erkendi hala. Neye erkendi ama? İşe gitmek için mi? (s.127) - Evrak çantasından çalar saati çıkardı, kurdu ve akreple yelkovanı kol saatine göre ayarladı. Saat tam altıydı (s. 262) vb. Dolayısıyla Berry’nin de kısmen ifade etmiş olduğu üzere, bu isimsiz şehirdeki bütün saatlerin çalınması olayı, makro bağlamda Lewis’in "March Hare" karakterinin saatini çaya batırdığı sahneye yapılan şahane bir metafor olarak övgüyü hak ediyor. Sahi, saatlerin olmadığı bir paradigmada varlık düzlemine kavuşan insanoğlu, artık düzenin ve planın temeli olan, kendi yarattığı bir sistematik zamanın içinde, kendi yaratımının kölesi olmadan, onsuz aklını kaçırmadan yaşayabilir mi? Bu noktada okuyucu bütün şehrin saatlerini iç eden Rook kardeşlerin bir süreliğine kendi saatlerini de çalmasına gönüllü olmalı ki, bunun karşılıksız bir soygun değil, yazarla girişilen karlı bir düşünsel quid pro quo olduğunu kavrayabilsin.

 

 

Eserin birçok edebi türden sentezlenmiş, deneysel bir janra sahip olduğunu söyledik. Fakat bu sentezin Noir ayağı, genelde polisiye ve aşk romanlarına hasiyet banallık ve sıradanlıktan muzdarip değil. Yazın sanatında, eser ne kadar başarılı bir ana kurguya sahip olursa olsun, IV. Henry gibi eserlerin tezahüründen bu yana, teşekküllü bir sofranın mezesi niyetine leziz yan kurgulara ihtiyaç duyar. Hiçbir tereddüte mahal vermeden, Albay Baker’ın Üç Ölümü, Öldürülmüşlerin En Eskisi ve 12 Kasım’ı Çalan Adam gibi hamil yan kurguların en az isimleri kadar ilgi çekici ve latif olduğunu söyleyebiliriz. Böylece mücevher yerine saat, altın yerine takvimlerden bir gün çalan bu sıra dışı sihirbaz, vantrolog, ilüzyonist 'gangster'lerin elinden çıkan bu sıra dışı suçlar, Berry’nin anlatısındaki bu figürlerin klasik normlarda suç olarak tanımlananı bir sanat, bir felsefe biçimi olarak düşünselleştirdiği bir ifade biçimi halini alıyor.

 

 

Elbette eserin, ağır bir işleyiş, açılım yapmada sıkıntı ve çok fazla isim ve olayın içe içe geçtiği bir düğümde okuyucunun ipleri elinden kaçırmaması için okuyucunun ziyadesiyle dikkatine ihtiyaç duyması gibi görece olumsuz yanları da mevcut. Fakat nihayetinde metin cümle yapısı ile Calvino, büyülü gerçekliği ile Borges, yansımaları ile Baudelaire, boğucu bürokrasisi ile Kafka ve daha nicelerini dudak bükmeden, hoşnutlukla okuyucuya anımsatabiliyor. Hafiyenin El Kitabı, kendine has deneysel kurgusu kesinlikle para ve zamanınıza değecek, sizi sürrealist bir estetiğin ve kafkaesk bir atmosferin kollarıyla kucaklayarak, düşler ile gerçekliğin arafında kalan kadife bir dansa kaldıracak bir eser. 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.