Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Lars Iyer'in dehası



Toplam oy: 1019
Lars Iyer // Çev. Selin Siral
Kolektif Kitap
Lars Iyer, Kuşku, Dogma ve Göç kitaplarıyla oluşturduğu kendisine özgü kurmaca tarzını Wittgenstein Jr.'da da devam ettiriyor.

Kurmacayı felsefi soruşturmalarda bir araç olarak kullanabilir miyiz? Şüphesiz evet. Peki, dil kurallarını mantık kurallarına göre açıklayarak kusursuz bir dil kuramı geliştirmeye çalışan 20. yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgenstein’ı felsefi soruşturmamıza araç olan kurmacada bir karakter olarak kullanabilir miyiz? Cevabı, Lars Iyer’in yakın zamanda Kolektif Kitap tarafından Türkçede yayımlanan kitabı Wittgenstein Jr.’da.

 

Lars Iyer’i edebiyat tarihinin en absürd çiftlerinden olan W. ve Lars adında, düşünememekten yakınan iki akademisyenin maceralarını anlattığı Kuşku, Dogma ve Göç kitaplarından oluşan üçlemesiyle tanımıştık. Yazar bu kitaplarla oluşturduğu kendisine özgü kurmaca tarzını; edebi metnin felsefe parçalarıyla, sorularla, alıntılarla, analojilerle bezendiği anlatı üslubunu bu kitapta da devam ettiriyor.

 

Görüntüsü ünlü filozofa hiç benzemese de, yeni hocanın hal ve tavırlarını pek Wittgensteinvari bulan öğrenciler ona Wittgenstein demeye karar veriyorlar.

 

 

 

Roman, Cambridge Üniversitesi’nde son sınıfta okumakta olan bir grup öğrencinin mantık hocalarıyla ilişkileri etrafında kurulmuş. Görüntüsü ünlü filozofa hiç benzemese de, Cambridge’e “felsefi mantık alanında temel çalışmalar” yapmak için gelmiş olan bu tuhaf görünümlü yeni hocanın hal ve tavırlarını pek Wittgensteinvari bulan öğrenciler ona Wittgenstein demeye karar veriyorlar. Derslere hazırlanmayan, notlarına başvurmayan, tek isteği “belli sorunlar üzerine yüksek sesle düşünmek” olan, öğrencileri akıllı ama kibirli (Cambridge aklı ve Cambridge kibiri) bulan, akademinin çöküşünden ve diğer akademisyenlerin pespayeliğinden şikayetçi olan ve çaresizliği yüzünden okunan bu melankolik hocanın kırk beş kişiyle başlayan derslerine katılım hızla düşüyor. Geriye kalan on iki öğrencinin üniversite hayatlarını, aşk maceralarını, uyuşturucu partilerini, kendi aralarında sahneledikleri antik piyeslerin uyarlamalarını, mezuniyet tarihi yaklaştıkça artan gelecek kaygılarını düz bir kurguyla anlatan roman, bir yandan da Wittgenstein’la kurdukları ilişki çerçevesinde gelişen mantık sorularını okura yöneltiyor. 

 

Sonunda Wittgenstein’a âşık olan ve onunla bir ilişki yaşamaya başlayan Peters’ın bize aktardığı hikaye mantığın, felsefenin sonuna, hiçliğe yolculuk hikayesi. Iyer’in önceki romanlarından alışkın olduğumuz tekrar eden motifler dizisi bu romanda da anlatıyı güçlendiriyor. Ancak önceki romanların aksine ironinin dozunun çok düşük tutulması, karakterlerin gerçekliğini biraz zedelemiş. Wittgensteinvari hoca hakkında bildiklerimiz mantık alanında çalışması, çayını açık içmesi, yirmi yaşında intihar eden matematik dehası abisinin defterlerinde kaybolmasından ibaret. Böyle olunca okuduğumuz bir roman kahramanından ziyade, bir aforizmalar silsilesini okura aktarabilmek için uydurulmuş bir roman kahramanı tiplemesine dönüşmüş. Olumsuz diğer bir nokta ise, Cambridge’de geçen öğrencilik hayatı detaylarının dozunun bazen aşırıya kaçması. Bu detaylar romana bir katkı sağlamadığı gibi, kurgunun aksamasına ve okurun dikkatinin dağılmasına da yol açabiliyor çoğunlukla. 

 

Gelgelelim, romanın bittiği noktada Iyer’in dehası devreye giriyor. Bazen aksayarak ilerleyen bölümlerin aslında harikulade bir fikirle, Tractatus Logico-Philosophicus’un yedi ana önermesini takip eden bir sırayla kurgulandığını görüyoruz. İlk dersine “Düşünce zordur,” diye başlayıp ikinci hafta, “Her şey neyse odur ve başka bir şey değildir,” diye devam ediyor Wittgenstein. Böylece kurgu, Tractatus Logico-Philosophicus’un ilk önermesi olan “Dünya olduğu gibi olan her şeydir,” ile açılıyor. Öğrencilerine ders verirken, yazmaya çalıştığı ve felsefenin sonunu getirecek olan “Die Logik” kitabı üzerine düşüncelerini paylaşırken, diğer akademisyenlerle ilgili fikirlerini açıklarken, abisinden miras kalan defterden bahsederken kurduğu cümleler sıklıkla Wittgenstein’a atıfta bulunan aforizmalar şeklinde yazılmış. Öğrencilerine sırasıyla mantığı, düşünceyi, düşünceleri hakkında düşünmeyi karamsar bir tavırla öğreten Wittgenstein’ın hikayesi felsefenin sonuna ve hiçliğe yolculukla noktalanıyor. Söyleyecek sözü kalmadığında, sahneyi terk ediyor Wittgenstein; tıpkı Tractatus Logico-Philosophicus’un son önermesindeki gibi: “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.”

 

 

 


 

 

* Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.